Preloader image
İÇİNDEKİLER

Öyküler Betiği: Veysel Çavuş

Memduh Şevket Esendal
Veysel çavuş

Öyküler Betiği: Veysel Çavuş

Türk hikayeciliğinin ya da güncel deyimiyle Türk Öykücülüğünün ilk kıvılcımını çakan Ömer Seyfettin, tutuşturup alev almasınI sağlayan ise Memduh Şevket Esendal dense yeridir.

 

Ana izleğe Türk halkını ve Türk halkının değerlerini koyarak yazan Ömer Seyfettin gibi Memduh Şevket Esendal da çekirdeği Türk halkının geçmiş ve güncel yaşamından izler taşıyan öykülerle Türk yazınının ileri doğru gitmesine ölümsüz katkılar vermiştir.

 

Arı duru Türkçeyle ve kolay anlaşılabilir, yalın bir anlatım biçemiyle yazmak bu iki Türk öykücüsünün en belirgin ortak özelliklerinden diğeri.

 

Bilgi Yayınlarından çıkan Şevket Çavuş betiği, yirmi beş ayrı öykü barındırıyor. Betiğe adını veren ilk öyküyü, Kivi, Seza’nın Kocası, Pazarcılık, Bir Genç Efendinin Defterinden, Bir Cinayet, Gurbet Ellerde, Sayı mı, Yazı mı?, Hâmid İçin Bir Yazı, Komiser, Taşhavan, İki Arkadaş, Yeni Vali, Ev Kurdular, Türk Dursun, bayan nazmiye, artist olacak Kız, Bir Genç, haham, Bir Evlenme, Sefer kalfalaraı Hüseyin, Hanende Hayım, Dedikodu, İntikam ve Muzaffer öyküleri izliyor.

 

 

VEYSEL ÇAVUŞ BETİĞİNDEN BİR ÖYKÜ: YENİ VALİ

 

Eskiden buranın, şişman bir valisi vardı. Bir Paşa. Yaşlı, gösterişli bir adamdı. Çok yıllar burada kalmış, kendisine bir ev biie yaptırmış, valilik etmişti. Belki daha da edecek, bu vali sandalyesinde de ölüp kalacaktı: Meşrutiyet geldi dediler, bu Paşayı buradan aldılar, yerine bir Bey yolladılar.

 

Bu bey, kırkbeş, ellilik bir adamdı; ailesi, çoluğu çocuğu da, Paşanınkiler kadar kalabalık değildi. Daha gelir gelmez, ayağının tozu ile, vilayet merkezinin okullarını gezdi. Bundan yirmi yahut yirmibeş yıl önce, belki, Vali Paşa da gezmiştir. Bir vilayet merkezinin bütün okullarını gezmek, sınıflarına girip çıkmak, çocukları yoklamak, bir şeyler bulup sormak, hocalara eğri yahut doğru öğütler vermek, müdürlere yardımlar adamak bir Meşrutiyet Valisine yakışır sözler bulup söylemek kolay değildir. Yorar, terletir. Müdürün odasında pencere açık bulunur. Kimse farkında olmaz. Yorgunluk kahvesi içilirken hava dokunur. Ertesi gün nezle, kırıklık, ateş… Vali Bey, iki hafta kadar evden çıkamadı. Bu yüzden bir takım işleri geri kaldı. Bu işler arasında, vilâyet Ziraat Okulu ile Aygır Deposunu da gezemedi.

 

Mektepte ise hazırlanmışlardı. Haftalarca hazır durmanın güçlüğü, masrafı Müdürü üzüntülere düşürdüğünden, her gün adam yollayıp, süt gönderip Vali Beyin sağlık durumunu soruyordu.

 

Bir işin üstünden iki hafta geçer de o iş tavsamaz olmaz. Bir yol tavsayınca da Ziraat Okulu gezilmedik kalabilir; ama Vali ile Müdürün arası da biraz açık kalır. Bu açıklık, öteberi hediyeler yollamakla doldurulamaz. İyisi mi… Vali gidip mektebi gezmeli. Müdürün bir yemeğini yemeli.

 

Bundan başka Müdür ile Mektupçunun arası iyi değildi. Mektupçu, ailesi ile gezmeğe gidecekti, müdürden araba istemiş, o da vermemiş. Mektupçu ile Candarma Kumandanı Valiyi doldurabilirler. Bunun için Müdür, işin üstüne düştü. Vali ayaklanınca, gidip davet etti. Vali de bir cuma günü Mektupçuyu, Candarma Kumandanını, Maarif Müdürünü, buraya gelen her Valinin dalkavuğu olan Reji Nazırını yanına alıp, Ziraat Okulunu görmeğe gitti. Valinin büyük oğlu da yanlarında. Bu çocuk, hasta denilecek kadar şişman bir oğlan. Ayaklarını aça aça yürüyor. Biraz gezdikten sonra yoruldu, yeni çıkmış piliçleri seyredeceğim diye oturdu, kaldı.

 

Müdür, arkasına beyaz bir gömlek giymiş, ellerini de göbeğinin üstüne kavuşturmuş. Valinin solunda, bir adım arkasında yürüyor, her girdikleri ders odasında, ahırda, kümeste, aralıkta, Vali Beye söyleyecek birkaç söz bulabiliyor:
– Efendim, bu kafesimiz, bir tecrübe kafesi idi. Tavukçulukla meşgul olan arkadaşımız, burada «Pilimut»larla «Koşinşin»ler arasında hem yumurtaca elverişli, hem de et için olumlu bir tip için taharriyat yapıyordu. Aslını ararsanız, bugünkü tavukçulukta istenilen bir tavuğun yumurtalarını kısa bir zaman zarfında alıp, tavuğu ete hazırlamaktır. «Farmer testi» usulünde bir tavuk, dört yaşında, bütün yumurtalarını vermemiş ise geç sayılır. Her tavuk da, arzu olununca, et için hazırlanacak kabiliyeti haiz değildir. Bu nokta-i nazardan arkadaşımızın ilmi taharriyatının mahalline masruf bir mesai olduğu bedihi idi. Bendeniz kabil olan imkanları hazırlayarak bu kafesle kümesi kendisine tahsis etmiştim.

 

Yalnız görüyorsunuz ki teller biraz haraptır, muhtac-ı tamirdir. Bunun için bir miktar tahsisat istemiştik. Cevab-ı red aldık. Bu yüzden, tefrik ettiğimiz tavukları da muhafaza edemedik. Bir gece hepsini sansar boğdu. Bu işte ihtisas sahibi olan arkadasımızı da buradan kaldırdılar. Bu kafesimiz de, müşahede buyurduğunuz gibi boş kaldı!
Vali ile yanındakiler, boş kafese bakıp daldılar. Vali, ne düşündü bilmem:
– Evet… dedi.

 

Yürüdüler, bir kapıdan girdiler. Müdür anlatıyor:
– Burası, Efendim, patates ambarımız! Vali tavana, duvarlara baktı:
– Evet… dedi.
– Usul-i fennisinde yapılmamıştır. Selefim Hıfzı Bey gününde yaptırılmış. Malum-ı âlileri, bir zamanlar patatese pek fazla ehemmiyet veriliyordu. Halbuki, bizim memleketimiz için o kadar ehemmiyetli olduğuna, bendeniz şahsan kâil değilim. Zaten bizim topraklarımızda ancak «reprodüksiyon» usulü ile yapılırsa, belki bir dereceye kadar muvaffakiyet elde edilebilir. «Klevland» usulü ancak, İsveç gibi şimal memleketlerinde iyi neticeler veriyor. Bunun için de ambarların katlı olarak inşa edilmeleri şarttır. Patates zer’iyatında bendeniz, atide, «Guyyana» tarzını da tecrübe ettirmek istiyorum. Fransız usülleri ile bunları mukayese etmelidir. Burayı da, bendeniz, soğuk hava deposuna tahvil ettirmemiz için teklifte bulundum. Talebeye güzel bir numune göstermiş oluruz.
Vali Bey, usûl-i fenniyesinde yapılmamış olan, bu fena patates ambarının duvarlarını, tavanını bir daha gözden geçirdikten sonra:
– Evet… dedi.

 

Damızlık atların, eşeklerin, boğaların ahırlarına «Sıfak istasyonu» diyorlar. Bir aralık buraya da uğradılar. Müdür Bey her tarafı becerebildiği kadar düzelttirmiş, temizletmiş olduğu gibi, burasını da sildirip süpürttürmüş. Bu temizlik için, iki haf­tadır, hademelerin çekmedikleri sıkıntı kalmamış. Hayvanlara yeni yularlar takmışlar. Adlarını birer ufak kağıt parçasına yazıp bölge direklerine çivilemişler.
Hayvanlardan yalnız birinin, ad kağıdı yok. Düşmüş, yahut unutulmuş olacak. Ba boşluk Vali Bey’in gözlerinden kaçmadı:
– Bunun ad kağıdı neden yok efendim? Yoksa ad konulmamış mı? diye sordu.
Mektep Müdürü sıkıldı:
– Düşmüş olacak efendim. Hiç adı konulmaz olur mu?
Başını çevirip, kalabalığın arkasından gelenlerden birine,
– Hüseyin Efendi, bunun kağıdı nerede? diye sordu.
– Var Efendim… Şey olmuştur.
O da başkalarını çağıracak oldu,
– Adı nedir bunun?
Hüseyin Efendi gözleri ile ahır hademesini aradı. Sonra da seslendi
– Ramazan Efendi… Derviş’in adı nedir? diye sordu.
– Eşep!
Hüseyin Efendi Müdüre,
– Eşepmiş Efendim! dedi. ·
O da Vali’ye,
– Eşepmiş Efendim! diye aktardı.
Vali biraz durduktan sonra,
– Bu «Eşep» ne demek, Müdür Bey? Diye sordu. Bu Arapça mı?
– Bilmem Efendim. Bendeniz zamanında alınmış değildir. Seleflerim gününde alınmış, belki Arapçadır!
Aralarında en Arapça bilir geçinen Mektupçu;
– Efendim, «Eşhep» olması ihtimali vardır, dedi.
Müdür,
– Efendim, emir buyurursanız kaydından baktıralım, dedi.
– Baktıralım. Buna «Derviş» diye ayrı bir isim de mi koymuşlar?
– Evet, ahırcılar kendilerine göre isimler takıyorlar. Hayvanların asıl adları da unutuluyor!
Vali beğenmedi:
– Doğru değil, dedi, isim, resmen ne konulmuşsa o olmalıdır. Avam tabakası bu gibi işlerde tamamen lâkayt bulunurlar. Resmî Devlet işlerinde bunlara müsamaha, katiyyen câiz olmaz. Bizim, bunların arkasından giden devr-i sabıktan farkımız kalmaz! Köylüler, hayvanlarını çektirmek için müracaat ediyorlar mı?
– Ederler Efendim. Ancak biz suiistimal etmelerine müsait bulunmuyoruz. Varsın, hayvanlarımız zinde kalsınlar. Eğer her müracaatı kabul etmeğe kalkarsak, boğalarımızın âzâmi kabiliyetlerini harcamış oluruz.

 

O sırada biri yaklaşıp Müdür beyin kulağına yemeğin hazır olduğunu söyledi. Müdürün, o adam ile görüşmesini fırsat bilen Candarma Kumandanı, hayvanlardan birindeki «Paldum» izini Vali Beye gösterdi. Vali de hayvana doğru yaklaşıp Müdür Beye:
– Bunda paldum izi var, dedi, siz bunları koşuyor musunuz? Müdür biraz sıkılarak:
– Evet Efendim, dedi, baytarlarımızın tavsiyesi vardır. Arasıra arabaya koşarız. Eğer koşulmazlarsa, fevkalede asabileşiyorlar. Teskin için koşarız.
– Ancak, benim bildiğim, bu hayvanları koşmak memnudur.
– Vallahi Efendim, biz memnuiyetlere bakacak olursak, hiç bir iş göremeyiz. İsterlerse, bendenizi mesul etsinler. Fen neyi emrediyorsa, bendeniz onu yaparım. Benden sorarlarsa kitabı gösreririm. O doğrudur. «Konland» cinsinin tahammül edemediğini bazı müellifler iddia etmişlerdir. Bizim aygırlarımız içinde o cins at yoktur. Sonra biz «Sıfak dinlendirmesi» yapıyoruz. Aldığımız neticeler de meydandadır. Biz bu işi arîzamîk tetkik ettik. Bilmeyenler söylüyorlar. Bendeniz ehemmiyet vermem.

 

Müdür bir yandan bunları söylüyor, bir yandan da, içinden bunu Valinin kulağına koyanlarla, kendi muavinine küfürler ediyordu.
Yemeğin hazır olması, lakırdıyı kesmekte Müdüre yardım etti. Valiye yaklaşıp güler yüzle :
– Efendim sizi çok yorduk, dedi, biraz istirahat buyurulmaz mı? Kalan aksamı da, emir buyurulursa, yemekten sonra gezeriz.
Sabahtan beri ahır, ambar dolaşmaktan, Müdürün sonsuz açıklamaiarını dinlemekten yorulmuş, açlıktan gözleri kararmış olan Vali, yanındaki Mektupçu’ya dönerek:
– Bizi yemeğe davet ediyorlar… dedi.
– Emir buyurursunuz!
– Hadi buyurun…

 

Yürüyüp tavladan çıktılar. Yukarıya çıkan merdivenin sahanlığında, bir açık kapı önünde Vali durdu. İçerde ak gömlekler giymiş dört beş kişi çalışıyorlardı. Çoktandır kapalı duran bu yeri, Valinin peynire meraklı olduğunu işitince, Müdür, hemen çarçabuk açtırmış, muavinin iki ayağını bir pabuca sokup hazırlatmıştı.

 

Eskiden burada peynir işlemek için getirtilmiş Kadri Usta adında bir adam, çoktanberi ambar kâtipliğinde kullanılıyor, onun yanında yetişmiş bir çocuk da marangozluk ediyordu. Bunları giydirip kuşatıp hazırlamışlar, süt bulup ocağı yaktırmışlar, tezgâhın üstüne beş on kilo peynir çıkartmışlardı.
Vali, kapı önünde durunca, Müdür arkadan yetişti.
– Burası peynirhânemiz efendim, dedi. Peynir ustamız memleketimizin cidden iftihar edeceği bir ustadır. Bir zamanlar burada «Gravyer»den «Rokfor»a kadar peynir yaptık; ancak, memlekette revacı olmadığı için bıraktık. Şimdi beyaz peynir işliyorlar. Bu efendi de, mektebimizde peynir ihtisası yapmak isteyen ilk gencimizdir. Bu yıl diplomasını alacak. Daha şimdiden isteyenleri var. Kontrat yapacaklar.
Vali:
– Yaa, dedi, demek peynirciliğe rağbet var! Kimler olduklarını bilsem ben de teşvik ederdim.
Müdür Bey yalanda epeyce ileri gitmiş olduğuna sıkıldı:
– Talip olanlar Afyonkarahisarlı imişler, dedi. Emir buyurulursa öğrenip arzederim.
Vali, burada yapılmış olan peynirlerden bir örnek görmek istedi.
– Sofrada takdim ediyoruz! dediler.

 

Ellerini yıkayınca Vali hemen sofraya oturulmasını istedi. Yemekleri ile, takımları ile, salataları ile, güzel kokuları ile aç adamları yemeden bayıltacak bir sofra. Vali çöktü; Bir Valiye bu kadar aç gözlü görünmek yakışmayacağını unutarak sunulan yoğurtlu çorbadan başladı.
Müdür ayakta:
– Kusura bakmayınız, dedi, bizimki çiftçi işi, diye biraz kırıttı.

 

İyi bir sofra, bitirilemeyen birçok çetin, karışık işleri bitiriverir. iyi bir yemek, en kötümser adamların bile yüzlerini güldürür. En katı tartışmalardan, belki kavgalardan sonra bile, iyi bir yemek yemekle mideleri okşamak, yüzleri okşamaktan daha iyidir. Etraf bu müdürü Vali’ye daha çok çekiştirecekler ama, bu güzel yemeğin bıraktığı izi silemeyecekler.
– Efendim kuzu, bendenizin, burada yetiştirdiğim kıvırcıklardandır.
– Nefis doğrusu!…
– Afiyetler olsun.

 

Her yeni yemeğin sofraya gelişinde Müdür, açıklamasını yaptı:
– Efendim un, yetiştirdiğimiz bir nevi sert buğday unudur. Yoksa bu kadar ince açılmazdı. «Karilla» cinsidir.
– Efendim pirinç «Karolin» pirincidir. Bendeniz burada bir kental kadar yetiştirmeğe muvaffak oldum.
– Enfes doğrusu…
– Eğer kabul buyurulursa, bir miktar takdim edebilirim…
O kadar yenildi, içildi ki sıska Mektupçu bile gerildi, kaldı. Vali’nin şişman oğlu morardı.

 

Bu tokluk ile kalkıp, yeniden ahır, kümes, tarla gezmek ahmaklığını göze alacak kabadayı çıkmadı. Müdürün yetiştirdiği çamlar altında serilmiş halılara serpilmiş minderlerin, yumuşak yastıkların üstüne uzanıp yattılar. Mektebin kalan yerlerini gezmeyi de bir başka sefere bıraktılar.

(«Ulus», 19 Haziran 1949)

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız