Uluğ Bey
Rus yazar, Gleb Golubev, 1960 yılında, o güne değin Sovyetler Birliği içerisinde derlenen bilgiler ışığında, özgün adı da Uluğ Bey olan betiği yazdı. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna bağlı, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından çıkan Uluğ Bey, Kırgız araştırmacı Abdrasul İsakov tarafından Türkçeye çevrildi. Betik, Uluğ Bey’in doğumundan ölümüne değin geçen çağda yaşanılanları, yazarın evrenine uygun yorumlar eşliğinde aktarıyor.
Timur’un torunu, Şahruh’un oğlu Muhammet Taragay 1394 yılında doğdu. Asıl adı unutuldu, dünya onu Uluğ Bey diye bildi. Timur, torunu Uluğ Bey’i 1404 yılında Taşkent ve Moğolistan’ın hakanı olarak atadı. Ölümüne değin, Ceyhun ve Seyhun ırmakları arasını tanımlayan “maveraünnehir” bölgesini Semerkant’tan yönetti.
Halkın bilgisizliğinden yararlanan çıkar örgütlenmelerine karşı, girişine, “Bilim öğrenmek her Müslüman için farzdır yazdırdığı” Buhara Medresesini yaptırdı.
Bilim yolunda en yakın yoldaşları olan Gıyasettin Cemşit, Kadızâde Rumî; en gözde öğrencisi Ali Kuşçu ile birlikte, 1428 yılında, Semerkant’taki gözlemevini yaptırdı. Uluğ Bey, öldürüldüğü 1449 yılına dek, gecelerinin çoğunu burada, yıldızları gözleyerek geçirdi.
Türkçeye aktarılırken “Yıldızlar Betiği” diye çevrilmesi içeriğe daha uygun olan, “Zîc-i Cedîdi Gurganî” adlı betiği, 1437 yılında yazmaya başladı. Uluğ Bey, “Hurafeler, sis gibi duman gibi yayılmaktadır. Karanlıklar yıkılıyor; fakat bilim adamlarının eserleri ebedi kalacaktır.” diye başladığı yapıtını bitirdiğinde, hurafecilerin etkisi, bir ahtapot gibi çevresini sarmayı, egemenlik alanını kuşatmayı sürdürüyordu.
Biriktirdiği bilgiyi en güvendiği öğrencisi Ali Kuşçu’ya bıraktı. “Uluğ Bey’in Hazinesi“, Ali Kuşçu tarafından İstanbul’a getirildi; günümüzde gökbilimi ile ilgili alanda geçerli kaynak olma özelliğini sürdüren “Yıldızlar Betiği” ilk kez burada basıldı.
ULUĞ BEY'den...
TİMUR
… Tanrı dağlarından Kafkaslar’a kadar uzanan imparatorlukta sadece bir kişinin sözü dinlenmeliydi; yoksa iki başlılık imparatorluğu mahvedecekti.
1402 yılının baharında, devletin yönünü belirleyecek önemli savaşlar yapılacaktı. Semerkant’tan yeni takviyelerle Muhammet Sultan çağrıldı. Timur, bütün askerlerini Ankara’ya getirdi. Ankara Kalesi sağlam bir kaleydi ve Bayezid’in de iki yüz binden fazla askeri mevcuttu. Timur’un halefleri biraz telaşlandılar. Askerî Şûra’da çekingen tavırlarını belirtmekten de geri durmadılar. Her zaman olduğu gibi Timur müneccimleri çağırdı. Onların görüşleri de karamsar ve iki manalıydı. Sinirlenen Timur, onları kovdu. Timur, her şeyi ayrıntısına kadar hesaplamış ve düşünmüştü. Yanındakileri cüretlendirmek için halk arasında yaygın olan ve genelde çiftçi ve çobanların uyguladıkları Kur’an’a bakarak tahminde bulunmayı bizzat kendisi yapmayı düşündü.
Kur’an’ı getirdiler. Timur, Kur’an sayfalarından birini rastgele açtı ve bakmadan parmağıyla sayfa satırlarından birini işaret etti. Emir’in yanında bulunan hafız okumaya başladı: “Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri olsa sayesinde güreş birbirine girer.
Nihayet yeryüzü ziynetini takıp (rengarenk) süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahipleri olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emriniz afetimiz) gelir de onun sanki gün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılacak biçilmiş bir hale getiririz.”
“Anlaşıldı mı?” diye sordu Timur, etrafına bakarak. Her şey Allah’tandır. O isterse dünyayı yeşertir. Sadece kör olanlar, dünyanın karanlık olduğunu düşünürler. O isterse yemyeşil donattığı dünyayı çölle çevirir.
Yaza doğru Timur’un isteklerini anlayan yakınları, onu övmeye başladılar: “Bu alametler düşmanın yanlış olduğu olduğunun kanıtıdır.”
“Bu ne muhteşem bir müjde!”
Fakat Timur, “Önce tedbirini al, sonra Allah’a tevekkül et.” “atasözü gereği yürümeye alışmıştı. O doğrudan kaleye saldırmayarak sanki kaçıyormuş gibi askerlerini doğuya doğru çekti. Bayezid, Timur’un kaçtığını düşünerek onu kovalamaya başladı. Timur’un askerleri ise diğer yoldan tekrar dönerek Ankara kalesini zapt ettiler. Geri dönen Bayezid, Timur’la ıssız kırlarda savaşmak zorunda kaldı. Savaş Osmanlı ordusunun hezimetiyle sonuçlandı. Binlerce kişi esir alındı. Sultan Bayezid de esir edildi. Bayezid’i boynundan iple bağlayan Sultan Mahmut Han, onu Timur’un çadırına getirdi. Timur savaşı kazanarak Avrupalılara da hizmet ettiğinin farkında değildi; bu zafer Osmanlı’nın çok istediği İstanbul’un fethini elli sene geciktirdi. Düşman yenilmişti; ama sağ kalanlar da sonuna kadar direndiler. Şehirleri savaş la almak icap etti. Bunun için tam bir sene harcandı. Sevinçle beraber hüzün de yaşandı. 1403 yılında Timur’un çok sevdiği ve vasisi yapmayı düşündüğü torunu Muhammet sultan aniden hastalanarak vefat etti.
Bu, Timur için ağır bir darbeydi. Bütün askerler siyah ve gök giydiler. O günlerde kimse beyaz renkli atla gezmeye cüret edemedi.
s.14-15
ULUĞ BEY
Doğuda astronomi bilimi günlük ihtiyaçlara göre gelişiyordu. Daha saat, pusula icat edilmemişti. Kervanlar kumlu çöllerden ve uçsuz bucaksız bozkırlardan gökyüzüne bakarak yolu takip etmekteydiler. Üstelik İslam dini Müslümanlara beş vakit namazı farz kılmıştı. Müslümanlar namazları Kabe’ye yönelerek kılmalı ve dolayısıyla bu yönü doğru tespit etmeliydiler. Namaz vakitleri de net olarak belirlenmişti. Sabah namazının vakti tan ağarmaya başladıktan güneş doğana kadardı. Öğlen namazıysa güneşin tam tepeden batıya doğru kaymaya başlamasından, bir şeyin gölgesinin onun iki katı ölçüsüne ulaşana kadardı. İkindi namazı güneş ışıkları kaybolana kadar okunurdu. Akşam namazının vakti ise gökyüzündeki aydınlığın kaybolduğu ana kadardı. Sonra da yatsı namazı kılınırdı. Şehirlerde ve kasabalarda namaz vakti girdiğinde yüksek minarelere çıkan müezzinler ezan okuyarak Müslümanları ibadete çağırırlardı; fakat Müslüman yolda veya tarladaysa ibadet yapacağı zamanı kendisi kararlaştırırdı.
Bundan dolayı Arap astronomi bilimi gözlemlerin netliğine bu kadar önem vermişti. Aslında şartlı olarak Arap astronomisi diyebiliriz. Onlar, bir çok yeri zaptettikleri ve oralarda İslamiyet’i yaydıkları için oraların kültürel alandaki başarılarını da benimsemişlerdi. İran’da ve orta Asya’da icat edilen bir çok şey dünyada Arapların icadı olarak kabul edildi. Yeni buluntular yapan bilim adamlarının asıl kimlikleri çoğu zaman unutulmuştu. Hindistan’da kullanılan rakamlar da hâlâ dünyada Arap rakamları olarak bilinir. Rakamlar bulunana kadar Araplar harfleri rakam yerine kullanıyorlardı.
Uluğ Bey, bir çok ilginç şeyi kitaplardan ve bilim adamları ile yaptığı sohbetlerden öğrendi. Kadızâde onu, ilim uğruna sadece kalbinde değil isminde de taşıyan memleketini terk ederek Bağdat’a giden Muhammet bin Mûsâ el-Harezmî’nin eserleri ile tanıştırdı. Orada daha IX. yüzyılda yeni cihaz ve aletlerle donatılmış rasathane bulunuyordu. Bağdat’ta edindiği tecrübe sayesinde ünlü Hesâbu’l-Cebir ve’l-Mukabele adlı eserini yazdı. Matematik bilim dalının alt dalı olarak ortaya çıkan yeni bilim dalı, adını bu eserinden aldı. O, Hindistan’dan getirilen astronomi tablolarını titizlikle inceledi ve buna uzun yıllar boyu kendi deneyimlerini ekleyerek yeni bir tablo oluşturdu. El Harezmî “usturlap” dediğimiz gökcisimlerinin yüksekliğini tayin etmede kullanılan gözlem aracını geliştirdi. O zamanlar durmadan ilerlemekte olan zamanı gözlemleme için çok mühim olan Güneş Saatleriyle Alâkalı Bir Nazariye adında ilginç bir eser yazdı.
Onun önderliğinde bizim gezegenimizin hayret verici çok ilginç araştırması yapılmıştı: Dünyanın tam ölçüsünü öğrenmek için Mezopotamya’nın Sannar vadisinde meridyen derecesini ölçmüşlerdi. Bu araştırmayı ilk olarak Yunan bilim adamı Eratosfen yapmıştı; fakat o, dolaylı yollarda, aynı meridyen derecesinde bulunan Mısır’daki İskenderiye ve Assuan şehirlerinde öğle gölgesinin uzunluğunu karşılaştırarak gerçekleştirmişti.
s.79-80
YILDIZLAR BETİĞİ
“Dört bölümden oluşan bu kitapta, gezegenlerin hareketleri ile ilgili bütün gözlem ve tecrübelerimizi kayıt altına aldık.” Bu aslında 15. yüzyılın başlarında ki astronomi biliminin ulaştığı başarının özetidir.
Birinci bölümde çeşitli takvimlerin karşılaştırılması verilmiştir. Bunun çok büyük pratik önemi vardır. Astronom olacak kimse, öncelikle zamanı hesaplamanın yollarını iyi bilmeliydi.
Zamanı ölçmenin ilk temel birimi, yirmi dört saatli bir gün olmuştur. İnsanlar güneşin hareket etmesine bakarak bunu hesaplamışlardır. Daha sonra insanlar bir günü de bölümlere ayırmayı öğrenmişlerdir. Ayın yeniden doğması, bir ölçü birimi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Böylece otuz günden oluşan ay kavramı ortaya çıkmıştır. Sonraları zaman ölçü birimi olarak yıl kullanılmaya başlanmıştır. Maalesef, yılın son günü tam gün olmuyor. Yıl, 365 gün 6 saat 9 dakika ve on saniyedir. Uluğ Bey daha 15. yüzyılda elinde bulunan basit cihazlarla ancak 58 saniyelik yanılmayla bunu tespit etmişti. Günün tam olmaması astronomlar için bir sürü iş çıkarıyor. Bizim kullandığımız takvimde, dört senede bir fazladan 24 saat çıkmaktadır. Bunun artık yıl olan her dördüncü yıla eklemekteyiz.
Zaman hesaplamanın en iyi yolunu bulmak için, çeşitli dönemlerde çeşitli ülkelerin astronomları kendi takvimlerini geliştirmişlerdir. Sorun şimdiye dek bir türlü çözülememiştir. Örneğin, Hindistan’da otuzdan fazla takvim, çeşitli eyaletlerde kullanılmaktadır.
Çeşitli ülkelerde yapılan astronomi gözlemlerini birbirleriyle mukayese edebilmek için bir takvimi diğer bir takvim ile eşleştirebilecek, ortak bir tablo gerekmektedir.
Böyle tablolar, Semerkant rasathanesinde hazırlanmıştır. Bunların hazırlanması, titizliği ve inceliği talep eden zor bir işti. Bütün Avrupa o dönemler Julian takvimini kullanıyordu. Takvim, Jules Sezar’ın emriyle hazırlandığından bu adla biliniyordu. Bu takvimin başlangıç tarihi olarak M.Ö. 45 yılı kabul ediliyordu. İskender Zülkarneyn’in ölümünden 12 güneş yılı sonra haftanın ikinci günü başlayan Yunan takvimi de mevcuttu.
Müslüman ülkelerde ise Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç olarak sayan Hicri takvim kullanılıyordu. Hicret, M.S. 622’de haftanın? cuma günü gerçekleşmiştir.
Üstelik Araplar eskiden beri aya bakarak zaman hesabı yaparlardı. Bir ayda 30 günün değil de, 29 gün 12 saat 44 dakika ve 2.8 saniyenin olduğunu hesap etmişlerdi. Aralarında oluşan fark çok büyük olmayabilir. Ama yüz yıla bakarak hesapladığımızda, 3,5 yıl gibi büyük farkın karşısınıza çıktığını görüyoruz.
Hicri takvim eskimiş ve kullanışsız bir takvim. Bu takvimde bir olayın tarihi size hiçbir şey ifade etmez. O sadece olayın ay takvimine göre ne zaman gerçekleştirdiğini bildirirdi. Fazladan hesaplama yapmadan, olayın yılın hangi zamanında gerçekleştiğini bilemezsiniz. Aynı ay bazen kışın, bazen de yazın karşınıza çıkabiliyor. Özel hazırlanmış tablolar olmadan da hicri takvimi miladi takvime çevirmek mümkün değildir.
Bazı Müslüman ülkelerde, örneğin Türkiye’de, hicri takvim değil, Yezdicert dönemi takvimi kullanılmaktadır.[1] “Şehriyarın’ın oğlu Edziger’in tahta çıktığı haftanın üçüncü günü takvimin başlangıç günü olarak kullanılır. Takvim güneş sistemine göre çalışır. Bir yılda 365 gün, bir ayda 30 gün bulunmaktadır. Abanmah ayından sonra fazladan beş gün daha kalıyordu. Astronomlar yıl sonunda bugünleri dahil ediyorlardı.” diye belirtiyor, Uluğ Bey.
Bir takvimi başka bir takvime çevirmenin ne kadar zor olduğunu göstermek için Yıldızlar Kitabı’ndan bir alıntı sunuyoruz: “Bu üç çeşit takvimden birindeki bildiğimiz bir tarihi başka bir takvim gününe çevirmek için ilk önce o takvimdeki tarihi, günlere çevirmemiz gerekmektedir. Eğer Farsî bir tarih ise, geçmişteki tamamlanmış yılları 365, tamamlanmış ayları ise otuzla çarpınız. Eğer Hicri bir tarih ise, geçmişteki tamamlanmış yılları 354’le çarpınız, tamamlanmış yılların sayısını 30’a bölününüz, birinci çarpımdan çıkan sayıya, bölmeden çıkan sayıyı 11’e çarparak ekleyiniz. Artık yılları hesaplayınız. Buradan çıkan sayıya asıl hesaplamadan elde ettiğiniz sayıyı ekleyiniz. Sonra sırasıyla tam gün olan 30 ve eksik gün olan 29’ları ekleyiniz. Böylece istediğiniz gün sayısını elde edeceksiniz.
Yunan tarihindeyse, önce tamamlanmış yılları 365’e çarpınız, elde edilen sayıya aynı sayının dörtte birine ekleyiniz. Tam ayları günlere çeviriniz. Teşrin-i Sâni, Nisan, Haziran ve Eylül aylarını 30 gün, Şubat 28 (veya artık yıllarda 29) gün, arta kalan yedi ay ise 31 gün olarak hesaplanır. Bu işi tamamladıktan sonra, geçen günleri sonraki aya ekleyiniz ve böylece aradığınız tarihi elde edeceksiniz.”
Uluğ Bey ve talebelerinin hazırladıkları tablolar bütün bu hesaplama işlerini kolaylaştırmıştır. O, eserinde büyük astronom Ömer Hayyam’a da yer vermiştir. Uluğ Bey, Ömer Hayyam’a büyük bir âlim olarak saygı duymuştur. Ömer Hayyam, Merv’de saray gökbilimcisi iken 1074-1079 yılları arasında doğruluğuyla dikkatleri çeken kendi takvimin sistemini yapmıştır. Onun yaptığı takvimde artık gün, ancak dört buçuk bin yılda bir oluyordu; fakat, bu takvim yeterli ilgi görmediğinden yaygınlaşmamıştır.
s.102-104
[1] Burada yazarın hangi dönemden bahsettiği anlaşılmamaktadır. (Cev.)
Okur Görüşlerine Açık Sayfa