Preloader image
İÇİNDEKİLER
Title Image

Türk Korsanları

Abdullah Ziya Kozanoğlu

Türk Korsanları

Türkçeye sonradan girmiş, denizciliğe ilişkin bir söz korsan; belleklerde olumsuz çağrışımlar uyandıran, batıdan gelen bir kavram.

 

Denizlerde yol kesen, gemilerin yüklerini kimileyin gemileriynen uğrulayan, kıyılardaki yerleri yağmalayan, insanları öldüren, yasa tanımaz, zorba kimseleri tanımlayan bu sözü, Türkler de kullanmışlar.

 

Amaç ayrı olmakla birlikte, tutulan yol, yöntem benzer olduğu için bu yağmaya, yıkıma karşı duran, bitmez tükenmez saldırılara direnen Türklere de korsan sıfatı yakıştırılmış.

 

Bir yanda, Cenevizliler, Venedikliler, İspanyollar, Portekizliler diye süren değişik adlarla, Papalık dini haline dönüştürülen Hristiyanlığa hizmet görüntüsü altında yürütülen Akdeniz’in ticaret yollarının, kıyılarındaki baylıkların ele geçirilmesi; insanların Batıya köle olarak götürülmesini amaç edinmiş korsanlık.

 

Karşısında, Papalık uydurması Engizasyon mahkemelerinde diri diri yakılan, yurtlarında edilen, soykırıma uğrayan insanları, Musevi, Müslüman demeden kurtarmaya uğraşan; denizin, kıyıların güvenliği için karşı ataklar geliştiren, kaleler, kentler ele geçiren korsanlık.

 

Akdeniz’in “Türk Gölü” adıyla anılmasına neden olan etkenleri, kendine özgü ayrıntılı biçemiyle, Turgut Reis, Uluç Reis betiklerinde kurgulayan Cevat Şakir Kabağaçlı gibi, o günlerin gerçeklerinden yola çıkarak kurguladığı romanının adında, korsan sözünü kullanma gerekçelerini şöyle açıklıyor, Abdullah Ziya Kozanoğlu :

 

“Kızıl Tuğ’dan sonra yazılan ikinci tarih romanımdır. Türk Korsanları’nda romandan ayrılarak daha çok tarihe yaklaştım. Buna da sebep Kızıl Tuğ’u görüp deniz tarihimize ait bir kitap yazmamı istiyen Bahriye mektebi muallimi sayın Feyzi, Ali Haydar Emiri ve muallim Ahmet Halit Beyefendilerin çok kıymetli kütüphanelerini bana açmaları ve el yazması kitaplar vermeleridir. Türk Korsanları bir tarih kitabı değildir. Fakat bir roman da olamadı.

 

O İngilizlerin daha ortada adı bile geçmiyen bir tarihte İspanyol, Portekiz, İtalyan gibi zamanın deniz kurtlarını önlerine katıp Akdenizden kovan Musolini’nin “Bizim deniz” hülyasını hakikat yapan Anadolunun Akdenize saldığı Türk Korsanlarının destanıdır. Ne zaman Türk Korsanlarını elime alsam kahraman ecdadımın bilgi, cesaret, kuvvet, zenginlik ve büyüklüğü karşısında titrer, saygı ile eğilirim.

 

Kitabıma modern manasiyle “Türk Korsanları” adı uygun gelmiyecektir. Çünkü Hızır gibi “Hayrettin Şah Cezair Sultanı Tunus” adiyle anılan Cezair, Tunus ve Trablus padişahına bizim anlayışımıza göre “Korsan” demek pek yakışmıyordu. Fakat Katip Çelebi’nin, Naimanın Barbaros Hayrettin Paşadan, Turgutça Paşadan bahsederken “Değerli yarar bir korsan olmakla…” diye iftiharla bahsetmelerine bakılırsa dedelerimiz “Korsan” kelimesini deniz haydudu değil, denizci, gemici kaptan manasına alyor ve kullanıyorlardı. Bu sebepten ben de kitabıma “Türk Korsanları” demeğe mecbur kaldım.

 

Türk Korsanları’nda Katip Çelebi’ye uyarak Rodos şövalyelerine Hızırı esir düşürdüm. Lüccetül’ebrarda ve Muradının gazavatı Hayreddin Reisinde Rodoslulara Oruç esir düşer. Tarih yazamadığım için Hızırı seçtim. Kitabı bu bakımdan değil, bir kahramanlar destanı olarak okutabilir de Türk korsanlarını yetiştiren Anadoludan tekrar ayni değerde yeni kahramanların yetişmesi için Türk çocuklarının yüreklerinde bir ufak kıvılcım olsun uyandırabilirsem benim için en büyük kazanç bu olacaktır.”

TÜRK KORSANLARI'ndan...

Adım Levent Turgut’tu. Şimdiden geri Turgut Reistir. Buyruklarımdan taşra çıkanın kulaklarını keserim. Kavgadan kaçanın dişlerini sökerim. Kavga meydanında kimselere acımadığımı her budala bilir. Korsanlar, hep birden, bağırdılar:

– Yaşasın Turgut Reis!

Islıklar çalınıyor, palalar parlıyordu.

 

İşte böylece Levent Turgut, Barbaros leventliğinden korsan reisliğine bir han kavgasında çıkıverdi. Fakat bütün korsanlar için bir bayram günü olan bugün, Avrupa’yı yıllarca tir tir titretecek, Rodos şövalyelerinin başlarına Tanrı belâsı kesilecek olan Dragut’u da kendi başına buyruk denizlere salmış oluyordu.

– Bana bak, karga korkuluğu, görünürlerde hâlâ bir av yok mu?

Geminin mizana çanaklığındagözleri ufka takılmış, ayakta uyuklayan Kef Kemal silkinerek cevap verdi:

– Ne diyorsun, ahçıbaşı?

– Kabahat seni buraya nöbetçi koyan baba palamutta. Düztaban herif! Bir kere çanaklığa ayak bastın mı artık avın, kısmetin kökünü kurutursun. Görünürlerde bir şey yok mu, diyorum, uğursuz, kısmetsiz herif!

Kef Kemal, o zaman dîdeban dedikleri en yaman gözcülerinden biriydi. Ahçıbaşıya kızdı:

– Var, diye homurdandı.

– Ya? Ne var acep? Çabuk söyle, ne var.

– Demin bir dişi köpek balığı ağzını açmış, “ille de ahçıbaşıyı isterim!” diye bağıryordu. “O şimdi ayıbalığına gönül verdi, gelmez, var işine git” diyip savdım namussuzu…

 

Avrupalılar Turgut Reise Dragut, bazen de Dragon/Ejderha derlerdi. Mizananın çanaklığından Kef Kemal bunları söyledikten sonra, bir kaza olmuş gibi, bir atışta
pabucunu ahçının kafasına düşürdü. Aldığı karşılığa da hırslanan ahçıbaşı, pabucu da başına yiyince, şişman gövdesiyle çanaklığa çıkıp bu çapkın korsana haddini bildirmek isterken, birdenbire, gür bir ses gemiyi çınlattı:

– Mizanada nöbetçi kimdirrür!

İkisi de oldukları yerde, oldukları biçimde, zoka yutmuş kanal balıkları gibi, donup kaldılar.

Korsan, yüksek sesle cevap verdi:

– Benim, Reis! Larendeli Kef Kemal!

Aynı gür ses, bu sefer başka birisine buyurdu:

– Başloestremo Karakadı! Levent Kef Kemal’e kırk değnek vur! Nöbet sırasında ahçıbaşıyla yarenlik edip pupadan bir av geçtiğini görmedi. Ayrıca, vardiyana seksen değnek vur! Kef Kemal’i uğursuz, kısmetsiz, dalgacı olduğunu bildiği halde, onu av sırasında çanaklığa gözcü koydu. Kaç kere söyledim? Kef Kemal yalnız uğraşa girerken gözcü konacak.

Kef Kemal olduğu yerden kaydı, daha çocuk denecek yaşta bir levent idi. Reise selâm verdi:

– Değnekçi burada yok, Reis!

– Öyleyse git, bul, söyle, sopayı atsın. Yoksa bu uğursuzluğunu başka türlü gideremezsin.

Kef Kemal, soldan geri etti. Hak ettiği dayağı yemeğe gidiyordu. Fakat birdenbire geri döndü:

– Avı şimdi gördüm, Reis! Boruyu öttüreyim mi?

Geniş omuzlu, aslan yapılı, kızıl saçlı, posbıyıklı, sert bakışlı reis otuz beş yaşlarında kadar gözüküyordu. Gülümsedi. Kemal’in yanağına hatırı sayılır bir tokat atarak iki adım geri sekmesini sağladıktan sonra:

– Daha duruyorsun, dedi. Dayağı benden yemiş ol, çabuk, boruyu öttür!

 

Soğuk bir boru sesi üç kere dalgalandı. Geminin içinde bir kaynaşma koptu. Herkes, bir solukta, yerini almaya gidiyordu. İki dakika içinde leventler yerlerini almış bulundular.

Reis kısa, keskin bir sesle gürledi:

– Vira demir!

Gemi demirini büyük bir gürültü ile alırken Reis yeniden sordu:

– Pupadaki düşman seçildi mi?

– Evet Reis! Papa İkinci Jülyus’un kendi bandırasını taşıyan, yolunu beklediğimiz kadırgalardan biri. Ardından bir tane daha gelecek. İkisi de bizim kırlangıcın iki büyüklüğünde…

– Ben sana gemilerin büyüklüğünü değil, bayrağını sordum. Sorduğumdan başka şeyleri sıralayıp durma! Kulaksız gezersin sonra… İçerisinde ne var bu kadırgaların?

Reis’in yanına yanaşan başka bir korsan yüksek sesle anlattı. Yaklaşan gemilerin içindekini saymakla korsanların uğraş güçlerini yağlamış oluyordu.
– Bunların buradan geçeceğini önceden öğrenmiştik. İçerisindekiler bizi senelerce yaşatacak değerde altın, gümüş, kumaş ve değerli kurtuluş akçesi ödeyecek esirler.

– Öyleyse, toplanın. Bu gemilere rampa edeceğim. Bakalım kısmetimiz ne olacak?

 

Korsanlar şaşıp kalmışlardı. Bir gale ruvayyale ufacık şebek diye adı bile alay konusu olan bir kırlangıcın saldırmak değil ya, dayandığını bile şimdiye kadar deniz tarihi yazmamıştı. Bu bir uskumrunun bir balina balığına saldırışına benziyordu. Reis, korsan Salih Reis’in önüne bakıp başını kaşıdığını görünce:

– Salih, gözünü patlatırım, buyruğumu duymadın mı? Rampa edeceğiz! diye bağırdı.

Salih:

– Reis, buyruğun baş üstüne, ama böyle bir uğraş şimdiye kadar görülmüş bir şey midir, sonumuz nice olur?

– Ya denizler şimdiyecek böyle korsanlar ve böylesine bir Salih Reis görmüş müdür?

Reis’in karşılığı çok sertti. Ama içinde yüreklerini pekleyen, öven sözler vardı. Bütün korsanlar, Reis’i “Baba” bilirler ve ondan hem çekinir, hem sayarlardı. Ona inanıyorlardı. Hep birden susup önlerine bakarken Salih:

– Anlaşıldı, rampa edeceğiz, dedi. Aşağıda, benim kamarada bir levham var, oldu olanlar, bari gidip onu getireyim de mizanaya asalım.

 

Bütün korsanlar gülmeye başladılar. Reis de beraber gülüyordu. Salih Reis’in levhası ün salmıştı. Bunun üstünde düzgün bir talik yazı ile Arapça “Tevekkeltü alellah -Allaha dayandık” yazardı. İş Allah’a kalınca, korsanlar, büyük bir imanla “Allaha inandık” derler ve yürürlerdi. Savaşlarda dış güç kadar iç gücün, imanın da büyük bir önemi vardı.

Reis, tarihlerde Şaklaban diye anılan Salih’e döndü:

– Salih!

– Buyur, Reis!

– Levhayı direğe sonra gene asarsın, şimdi daha zorlu bir iş var. Git, forsada ne kadar kürek varsa, hepsini denize at. Elbette bu leventler, ya ölmek, ya kafir gemisini almaktan gayri çıkar yol olmadığını gözleriyle de görmek isterler.

– ?!…

– Ne duruyorsun? İşitmedin mi? Kürekleri denize at diyorum. Buyruklarımı ikide bir yeniletirsen bir işe yaramayan kulaklarını keseceğim.

 

Reis’in şakası yoktu. Salih, soldan geri, sert adımlarla uzaklaştı. Kulaklarını iki eliyle sımsıkı kapatmıştı. Az sonra leventler tek kurtuluş aracı olan küreklerin birer birer denize atıldığını gördüler.

 

Hızır’ın ağabeyisi Oruç Reis, Hıristiyanların “Barbarose” dedikleri kahraman, yüzyıllarca sonra Napolean Bonapart’a sürgün yeri olacak Elbe adasında günlerden beri bu kısmeti bekliyordu. Tanrı, karşısına büyük, zengin bir gemi çıkarmıştı, ki artık önünden kaçılması bile zor olan bu gemiyi ele geçirirse, uzun seneler için korsanları cesaret ve başarısı yüzünden kendisine bağlayacak, namını ve ününü uzak diyarlara götürecek bir yol sağlamış olacaktı. Yalnız bu eşsiz uğraşı deniz tarihinde bir daha hiçbir korsanın başaramayacağını bilemiyordu.

 

Korsanlar, son küreğin de denize atılıp suların üstünde uzaklaştığını görünce, kollarını kavuşturup gittikçe yaklaşan gale ruvayyale bakakaldılar. Oruç Reis, sol elinin tersiyle bıyıklarını düzeltti. Sonra ağır, temkinli bir sesle arkadaşlarına girişecekleri uğraşın önemini belirtti:

 

– Arkadaşlar! dedi. Biliyorum, hepiniz erkek yürekli, cesur, benim buyrklarım uğrunda kavgaya gözlerinizi bile kırpmadan girecek Anadolu uşaklarısınız. Yurdunuzu bırakıp bu yabancı denizlere atılırken kellenizi koltuğunuza aldığınızı da biliyorum. Ben de düşmanın kuvvetli olduğunu, hiç olmazsa, sizin kadar biliyorum ve görüyorum. Bu kavgalar elbette ki her zaman kazanılmayacak, arada bir de biz kaybedeceğiz. Ama ben sizin bilmediğiniz bir şeyi de biliyorum. Düşman bizi bu sularda beklemiyor. Karşısında Türk korsanlarını görünce korkusundan imanı sarsılacak, dayanma gücü yıkılacak… Biz de eğer korkmadan, acımadan, geri dönmeden vurursak bu uğraşı kazanmış olacağız. Bu kavganın kazanılması, yeni anlaştığımız Tunus Hakimini de şaşırtacak. Bizim, eski anlaştığı İspanyol ve Portekizli korsanlardan daha zorlu olduğumuzu görecek. Bize güvenecek ve bugünden sonra bizimle karşılaşan her filo gemimize değil bayrağımıza bakıp korkacak. Kürekleri bunun için denize attım. Kaçmak yok. Ya öleceğiz -ayağını yere vurdu- ya şu küçük Şebek yaklaşan şu bastardaya bayrak indirtecek. Aslanlarım, yılmayacağınıza ve ölünceye kadar vuruşacağınıza yemin ediniz.

 

Bu korkunç, kendine güvenen sesin tonu, imanı korsanların yüreğini kabarttı:

– Öleceğiz, dönmeyeceğiz, vallahi, billahi! uğultusu denizleri sardı.

 

Şaklaban Salih’le arkadaşları, gayri mizanaya asacakları levhayı çoktan unutmuşlardı. Palalarını birbirine tokuşturarak bilemeye çabalıyorlardı. Oruç Reis, yaklaşan düşman gemisinden gözlerini ayırmıyordu. Gale ruvayyal yaklaştıkça büyüyor, o büyüdükçe kendi altlarındaki şebek küçülüyordu.

 

Oruç Reis, gözleri düşman gemisinde, seslendi:

– Salih!

– Buyur, Reis!

– Kanca personları gözlerini açsınlar, rampa edeceğiz. Git, demin söylediğin levhayı getir, mizanaya as, belki uğur getirir. Allah, yardımcımız olsun!

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız