Toprak Ana
İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasıyla Kırgızların Sovyetler Birliği içerisinde yaşadıklarını, yaşıyormuşçasına okumayı, Cengiz Aytmatov’un yapıtlarına borçluyuz.
“Toprak Ana”, bir kişinin, bir ailenin, bir ulusun, insanlığın öyküsü. Tanrı’nın, başı, sonu belirsiz sonsuzluk çağının bir döneminde, yaşanılanları anlatmak, tek başına bu denli etkili olmayabilirdi. Cengiz Törökul Aytmatov, kendi ulusunun dönemiyle sınırlı kalmayarak, tüm insanlık sürecini ortak ediyor öykülerinin çağına. Yalın doğruların gücünden, söylencelerin “kesinliğinden” yararlanıyor. Yaşadığı bölge, sonsuzluk çağında iki yöne doğru bu baylıkları fazlasıyla barındıran bir yaşamın iyesi; Cemil Meriç söyleyişiyle, “hayalle hakikatın iç içe olduğu Asya”.
Söylencelerin büyüsü ile kurgulanan gerçekler, Aytmatov öykülerini tanımlayan özelliklerden ikisi.
Binlerce yıllık söylencelerin, varolan sonuçlarını, anlattıklarının destekleyicisi olarak yerli yerinde kullanması; okunmasını istediği olayların gerçek olması; özünün de o gerçekliğin içinde yaşaması, yazılanları okurun sağduyusuyla çabucak buluşturuyor.
“Toprak Ana” kirlenen insanlık onurunu, toprağın temizliğiyle aklayan bir öykü. Gerçek olan Sovyet düzeni, o düzenin yaşaması için ölen, öldüren, öldürülen insanlar. Bu kirli savaştan, acımasız yıkımdan en çok etkilenenler, geride kalanlar; Kırgız kadınları, çocukları, yaşlıları. Her satırı, acınası insanın, yitip giden insanlığın başka boyutunu anlatıyor.
Bir çiçek saflığındaki narin başlangıçlar, kara günlerin hoyratlığında göklere savruluyor, kara toprağa düşüyor. Tek tek derlenerek savaşa götürülen Kırgız yiğitlerinin çoğu geri dönemiyor. Tolgunay’ın, Savankul’u, Kasım’ı, Maysalbek’i, Canak’ı ve Aliman’ı ancak “Toprak Ana”nın koynunda huzur buluyor.
TOPRAK ANA'dan...
Aliman’ın Gelişi
Zaman su gibi aktı, oğullarım, aynı yıl dikilmiş kavak fidanları gibi büyüyüp geliştiler. Sonra, herbiri kendi yolunu seçti: Kasım, babasının izinden giderek onun gibi traktör sürücüsü oldu ve daha sonra biçer-döver kullanmasını öğrendi. Bir yaz boyu, dağın eteğinde bulunan Kayındı kolhozuna gidip geldi. Bunun için çayı aştı, düzde yürüdü, yokuşu tırmandı. İşte orada öğrendi biçer-döver kullanmasını. Bir yıl sonra da biçer-döver ustası diplomasını aldı.
Bir ana için bütün çocukları birdir, hepsini aynı duygu ve şefkatle karnında ve kucağında büyütmüş, beslemiştir. Ama yine de, bana öyle geliyor ki, Maysalbek için bir zaafım vardı galiba. Onunla pek gururlanırdım. Belki bu, bizden sık sık ayrı kalmasından, onu özlememden dolayıdır. Çabuk palazlanıp yuvayı ilk terkeden bir yavru kuş idi o. Aile ocağından erken ayrıldı. Okulun daha ilk sıralarından itibaren iyi bir öğrenci oldu. Okumayı çok sever, her zaman kitaplara dalıp giderdi. Onun en çok sevdiği şey, ona en değerli ödül kitaptı. Köy okulunu bitirdikten sonra öğrenimini sürdürmek için kente gitti. Çünkü Maysalbek öğretmen olmak istiyordu.
En küçük oğlum Caynak’a gelince, o, her bakımdan hem çok güzel, hem çok iyi bir çocuktu. Yalnız, keyif kaçıran bir durumu vardı: Evde pek durmazdı. Kolhozda, Komsomol (Gençlik Kolu) başkanı seçilmişti. Bu yüzden toplantıdan toplantıya, klüpten klübe koşar, duvar gazetesinin yazılarıyla meşgul olur, bütün işleri izler, bir dakikası boş kalmazdı. Bazen onun gece gündüz eve uğramayışına kızar, çıkışırdım:
-Bana bak zıp zıp çekirge! derdim, madem ki aile sevgin bu kadar az, akordiyonunu, yastığını al, tasını tarağını topla, kolhozdaki bürona git, nasıl olsa her yer bir senin için, ne anaya ihtiyacın var ne babaya!
Suvankul oğlunun savunmasını hemen üstlenirdi. Ama konuşmak için benim susmamı, biraz yatışmamı bekler, sonra hiçbir şey olmamış gibi konuşurdu:
-Ana, ana, kendini üzmene, sinirlerini bozmana hiç gerek yok. Bırak toplum hayatını, insanlarla beraber yaşamayı öğrensin. Eğer gerçekten bir serseri gibi amaçsız, sorunsuz yaşarsa, herkesten önce ben yapışırım yakasına…
Bu arada Suvankul eski işine dönmüş yine ekip başı olmuştu. Traktör sürücülüğü gençlere kalmıştı artık. Bundan kısa bir süre sonra aile için çok önemli bir olay yaşadık. Bu, Kasım’ın evlenmesiydi. Onun evlenmesiyle ilk gelin, evimizin eşiğinden içeri adım atmış oluyordu. Nasıl tanıştıklarını, bu evliliğe nasıl karar verdiklerini hiç sormadım. Herhalde Kasım’ın yaz boyu Zareçye köyünde biçer-döver sürücüsü olarak çalıştığı günlerde karşılaşmış, birbirlerini sevmişlerdi. Adı Aliman olan gelinimiz dağ köyü Kayındı’dan gelmişti. Yanık tenli, körpecik bir dağlıydı Aliman. Bu kadar güzel, saygılı ve hamarat bir gelinim olduğu için başlangıçta onu beğenmekle yetindim. Sonra iyice sevdim ve bağlandım. Herhalde gizliden gizli bir kız çocuğumun olması için dua ettiğim ve Aliman’ın gelişini de bu arzumun karşılanması gibi gördüğüm için onu öz kızım yerine koydum. Üstelik gelinim çok zeki, çalışkan ve billur gibi duru-temiz idi. Evet, dedim ya, öz kızım gibi sevdim onu.
Genellikle aynı evde oturan gelin kaynana pek geçinemezler, ama bu konuda ben şanslıydım doğrusu. Evde onun gibi bir gelin olması gerçek bir mutluluk idi. Yeri gelmişken, benim anladığım gerçek mutluluğun da bir raslantı sonucu olmadığını, yaz yağmuru gibi birden bire başımıza düşmediğini söylemeliyim. Gerçek mutluluk, yavaş yavaş, azar azar gelir ve bu bizim hayata bakış açımızla, çevremizle, çevremizdekilere karşı davranışımızla doğrudan doğruya ilgili ve orantılıdır. Mutluluk, birbirini tamamlayan ufak tefek şeylerin birikmesinden doğuyor.
Aliman’ın bize gelin geldiği yılı unutamam. O yaz başaklar erken olgunlaştı, yakınımızdaki çay vaktinden önce taştı. Hasadı kaldırmamızdan birkaç gün sonra dağlara sellerce yağmur yağdı…
Doruklardaki karların o sağanaklarda şeker gibi eriyip aktığını uzaktan bile farkediyorduk. Sel suları yataklarından taşıp çağıl çağıl çağladı, sarı dalgalar ve beyaz köpüklerle uğul uğul aktı, tepelerden söküp sürüklediği tomrukları, omçaları yükseklerden aşağılara savurup parça parça etti. Hele ilk gece, sel sularının yarın dibine çarparak çıkardığı çatırdılar, uğultular, şafak sökünceye kadar devam etti. Sabahleyin bir de baktık ki, dere yatağındaki adacıkları sihirli bir el
gece boyu silip süpürmüş, yok etmiş. Her yer su… su… yine su.
Ama, o sellerce yağmurdan sonra hava iyice açtı, ısındı ve işte o zaman başladı buğdaylar gelişip olgunlaşmaya. Sapların altı yeşil, tepelerindeki başaklar dolgundu ve altın rengini alıyorlardı… O yaz, altın başaklı tarlaların ucu bucağı görünmüyordu. Henüz hasat
başlamamıştı ama, biçerdöverlere yol açmak için tarlaların kıyılarında bazı yerleri orakla, tırpanla biçmiştik. Bu biçme işinde Aliman’la ben yanyana idik, aynı hızla ilerliyorduk. Bazı kadınlar bana takılıyor, hatta beni ayıplıyorlardı:
-Gelininle yarışacağına evinde oturup keyfine baksana! İnsan bu yaşta daha ağır başlı ve kendisine saygılı olmalı!..
Ben hiç de onlar gibi düşünmüyordum. Evde tembel tembel oturmanın özsaygı ile ne ilgisi vardı? Ben çalışmadan durabilecek bir insan değildim ve ekin biçmeyi de çok seviyordum…
Söylenenlere aldırmadan gelinimle birlikte çalışmaya devam ettik. İşte o günlerde ben, asla unutamayacağım bir şeye tanık oldum. Tarlanın kenarında, buğday sapları arasında, özellikle o yaz pek güzel açmış beyaz, pembe renkli; iri yapraklı gülhatmi çiçekleri vardı. Ekinleri biçerken onlar da devriliyordu önümüzde. Aliman işte bu çiçeklerden koca bir demet toplamıştı. Bunları, bana göstermemeye çalışarak bir yere götürüyordu. Onu gizli bakışlarla izledim ve gördüm ki koşup gittiği yer biçerdöverin durduğu yerdi. Biçerdöverin yanına geldi, çiçek demetini usulca sürücü basamağına bıraktı ve yine koşa koşa döndü. Biçerdöver çalışmaya hazırdı, bugün yarın tarlalara dalacaktı. Ama o sırada hiç kimse yoktu orada. Kasım bir yerlere gitmiş olmalıydı.
Hiçbir şeyi görmemiş, anlamamış gibi davrandım. Utanıp sıkılmasını istemiyordum. Hala pek utangaç idi. Hiçbir şeyi belli etmedim ama içten içe pek sevindim, gururlandım: Gelinim oğlumu gerçekten seviyordu.
Çok iyi, çok iyi, sağ olasın sevgili gelinim, sağ olasın diyordum içimden. Onun o günkü hali bugün bile gözümün önünde: Başında bir al yazma, üzerinde beyaz bir entari, kucağında koca bir demet gülhatmi, yanakları al al, gözleri sevinçten ışıl ışıl… Ah gençlik ne güzel şey!. Ah benim unutulmaz küçük gelinim! Küçük kız çocukları gibi çiçekleri çok severdi, bayılırdı onlara. İlkbaharda, karlar henüz tamamen erimeden, kardelenler çıkardı. Ve Aliman, sevgili güzel
gelinim, bunları toplar getirirdi. Ah Aliman! Ah canım gelinim!..
s.19-23
Oğulla Buluşma
Bir kış sabahı, demirhaneye gitmek, nallanacak kolhoz atları için yardım etmek üzere evden çıktım. Ne göreyim? Başkarma Usanbay, atını bana doğru dörtnala koşturmuyor mu! Elinde avuç içi kadar bir kağıt olduğunu da görüyordum. Yanıma gelip durdu, bu kağıdı bana uzattı, Acele telgrafın var dedi. Telgraf!
Nefesim kesilecekti nerdeyse. Demirhaneden çekiç sesleri geliyordu kulağıma, ama çekiçler örse değil de benim göğsüme göğsüme iniyordu sanki. Herhalde limon gibi sararmış olmalıyım.
-Neyin var Tolgonay teyze? dedi başkarma. Korkma, telgraf Maysalbek’ten geliyor. Novosibirisk’ten çekilmiş. Gel hadi, korkma, al telgrafını, dedi ve eyerden eğilip kağıdı bana verdi:
-Hemen tren istasyonuna git, oğlun oradan geçecek ve geçerken seni görmek istiyor. Senin için bir araba koşmalarını, atlar için arabaya ot ve yulaf koymalarını emrettim. Daha ne duruyorsun Tolgonay teyze, eve gidip biraz hazırlık yapmayacak mısın?
Tepeden tırnağa mutluluğa gömülmüş gibiydim. Sevinç ve heyecandan uçacaktım nerdeyse. Ne yapacağımı bilemeden demirci dükkanına girdim. Demirci ve nalbantlar:
-Hadi şef, hadi! dediler. Bu işleri sensiz de yaparız biz. Geç kalma, istasyona git sen…
Eve doğru koştum. Kafam karmakarışıktı. Ama bir şeyi iyi anlamıştım: Maysalbek tren istasyonuna gelmemi istiyordu… Beni görmek istiyordu! Koştum, ter içinde kaldım. Bir yandan da sayıklar gibi konuşuyordum:
-Ne istiyor canım evladım? Beni görmek istiyor. Seni görmek için bin kilometre koşarım ben! Kanatlanırım da gelirim!.. Ah analar… analar… Oğlumun istasyondan nereye gideceğini soramamıştım kendime.
Eve geldim ve ona yol yemeği hazırlamaya başladım. Hamur aşı yaptım, et kızarttım. Herhalde yanında arkadaşları da vardı, onlara da verecekti bu yiyeceklerden. Onun için bol bol pişirdim her şeyi. Sonra hepsini heybeye doldurdum.
Aynı gün Aliman’la birlikte istasyon yolunu tuttuk. Önce istasyona Caynak’la gitmek istemiştim, ama Caynak kabul etmedi:
-Olmaz ana, dedi, sen Aliman’la git, ben işlerin başında kalayım, böylesi hem daha iyi, hem daha doğru olur.
Daha sonra küçük oğluma hak verdim. O henüz çocuktu ama, hiç de aptal değildi. O son günlerde Aliman’ın ne bunalımlar geçirdiğini, ne acılar ve korkular yaşadığını görüp anlıyordu… O sırada Aliman ot anbarındaydı. Oraya koşup sevindirici haberi ona kendisi verdi. Ah, ah… Gelinimin heyecanını görmeliydiniz. Son zamanlarda onu hiç bu kadar sevindiren bir şey olmadı. Mutluluktan uçacaktı nerdeyse. Gözleri ışıl ışıl, yanakları al al olmuştu. Benden daha çok sabırsızlanıyor ve beni sıkıştırıyordu:
-Hadi anacığım, işte kürkün, işte yün şalın, çabuk giyin, gidelim hemen…
Giderken yerinde duramıyordu:
-Daha hızlı! Daha hızlı! diye bağırıyordu sürücüye. Bununla da yetinmiyor, arabacının elinden dizginleri kaparak atları dehliyor, kamçıyı şaklatıyordu.
Araba kalınlaşan ve katılaşan kar üzerinde hızlı gidiyor, atlar keyifle tırısa kalkıyor, tekerleklerin sağır edici takırtıları yeni yağlanmış dingillerde boğuluyordu. Yol boyunca kar yağışı devam etti. Düzenli, güzel yağıyordu. Ama hava soğudu, hafif don yapmaya başladı. Aliman’ın üstü başı kar taneleriyle süslenmiş, öyle güzel görünüyordu ki… Başının üzerinde kalınca bir kar örtüsü oluştu. şalını, savruk saç örgülerini, yakasını örtüyordu bu kar. Teni buğday rengindeydi, yanakları gül gibi al al olmuştu. Kömür gözleri ışıl ışıl parlıyor, beyaz dişleri daha parlak görünüyordu. Her şeyiyle cıvıl cıvıldı. Gencecik bir kadına her şey, kar bile çok yakışıyor, yaraşıyor. Yol boyunca hep konuştu. Neler söylüyordu neler… Ana, diyordu. Maysalbek trenden inince benim kim olduğumu sakın söyleme, bakalım tanıyabilecek mi?
Az sonra bu fikrinden vazgeçiyor, Maysalbek’e arkadan yavaşça sokulacağını, elleriyle gözlerini kapatacağını, kim olduğunu soracağını söylüyordu. Ne derdi Maysalbek? Herhalde biraz korkardı ve bu aptalca şakayı yapanın kim olduğunu sorardı… Aklından geçenleri yüksek sesle söylüyor, sonra da bu düşüncelerine katıla katıla gülüyordu. Ah Aliman! Güzel gelinim, sevgili küçük gelinim! Onun böyle davranmasının, böyle düşünmesinin sebebini bilmediğimi mi sanıyordu? Zaten kendini ele vermekte de gecikmedi. Birden gülmeyi bıraktı ve hafif sesle mırıldandı:
-Maysalbek Kasım’a çok benziyor… İkiz gibi benziyorlar birbirlerine değil mi?
Ben işitmezlikten geldim. şimdi yine susuyordu. Besbelli gizli düşüncelerine dalıp gitmişti. Az sonra genç sürücünün elinden dizginleri yine kaptı. Aydaa! Aydaaa! diye atları dörtnala kaldırdı. İstasyona geldiğimiz zaman akşam olmuştu. Araba durur durmaz ikimiz birden atladık, demiryoluna doğru koşmaya başladık. Sanki Maysalbek’de tam o sırada gelecekmiş gibi… Ama, ortalıkta kimsecikler yoktu. Sağa, sola, her tarafa baktık. Sonra, üzüntüler içinde, iki öksüz gibi kalakaldık. Ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi bilemiyorduk. Rayların, traverslerin arasından dondurucu bir karayel koşuyordu. Büyük gıcırtılar ve takırtılar çıkararak manevra yapan bir lokomotif, üzerleri kırağı kaplı, tekerlekleri donup raylara yapışmış vagonları yerlerinden söküp ileri geri götürüyordu. Rüzgar elektrik tellerinde uğul uğuldu.
Biz o güne kadar istasyona tren beklemeye, tren karşılamaya hiç gitmemiştik. İlgili memurlara sorup bilgi almak da gelmiyordu aklımıza… Bu sırada bir siren sesi işittik, hemen ardından bir trenin istasyona girmekte olduğunu gördük:
-Ana, geliyor! İşte geliyor! diye bağırdı Aliman. Bütün vücudum tiril tiril titredi. Bir korku, bir kuşku düştü yüreğime… Tren hızla yaklaştı, lokomotif bizim önümüzden ve karları savura savura geçti, az sonra durdu. Biz katar boyunca koşmaya başladık. Vagonlar tıklım tıklım doluydu. Kadınlar, çocuklar ve pek çok da asker vardı. Kimdi bu askerler? Nereden gelip nereye gidiyorlardı? Hemen her vagonun önünde durup soruyorduk:
-Suvankulov Maysalbek var mı? Allah aşkına söyleyin, Suvankulov Maysalbek bu trende mi? Bazıları bilmediklerini söylediler, bazıları cevap bile vermedi. Bazıları da alaylı alaylı güldüler yüzümüze.
Biz vagondan vagona koşarken tren hareket etti. Bu istasyonda sadece üç dakika durmuştu. Sanki elimizdeki kuşu kaçırmış gibi olduğumuz yerde kalakaldık. İşte o sırada, sırtında siyah bir gocuk, ayaklarında keçe çizme bulunan yaşlı bir Rus demiryolcu bize yaklaştı. Aslında trenin gelişi sırasında da farketmiştim onu. Bize kimi beklediğimizi sordu. Ona uzun uzun anlattık, sonra da Maysalbek’ten gelen telgrafı gösterdik. Gözlüğünü takıp, dudaklarını kımıldata kımıldata, ama sessiz, telgrafı okudu ve şöyle dedi:
-Oğlunuz askeri katarlardan biriyle gelecek, ama hangi katarla geleceğini ve buradan hangi saatte geçeceğini bilemem. Eğer bir gecikme olmazsa, bu gece veya yarın erken saatlerde bir askeri tren geçecek. Belki geçmiştir de, bilemem. Her gün geçiyor bu trenler. O yandan bu yana, bu yandan o yana durmadan geçip gidiyorlar. Ekspres trenler bunlar…
Tam bir hayal kırıklığına uğramıştık. Tarifsiz üzüntüler içindeydik.
-Ah bu savaş! Bu savaş! diye iç çekti demiryolcu. Bu savaş her şeyi alt üst etti. Neyse, rüzgarın altında dikilip durmayın, bekleme salonuna gidin. Orada oturur, beklersiniz, tren geçerken de çıkıp bakarsınız. Başka yapabileceğiniz bir şey yok. Bekleme salonunda bankların üzerine uzanmış on kadar insan vardı. Hayat onları yoldan yola, istasyondan istasyona atmış ve sanki çile dolduruyorlardı. Galiba alışkındılar bu hayata. Orada kendi evlerindeymiş gibi rahat hareket ediyorlardı. Birkaçı mışıl mışıl uyuyor, ötekiler sigara içip sohbet ediyorlardı. Bir köşede iki kişi madeni bardaklarla çok sıcak bir şey içiyorlardı. Üfleye üfleye içmelerinden belliydi içtikleri suyun çok sıcak olduğu. Bir adam da gitarının tellerine hafif hafif dokunuyor, kısık bir sesle şarkı mırıldanıyordu.
Şişesi kırık ve kirli bir gaz lambası tüte tüte yanıyor ve cılız bir ışık veriyordu. Gölgeli tarafa bir göz attık ve orada bir bankın uç tarafına henüz oturmuştuk ki bir trenin gelmekte olduğunu duyup fırladık dışarıya. Rüzgar kürkümüzün eteklerini, kol ve yakalarını savuruyordu. Bir yük treniydi gelen. Vagonlarda ne asker görünüyordu ne sivil. Biz yine de vagondan vagona koşarak bağırmaya başladık:
-Suvankulov Maysalbek var mı?
-Suvankulov Maysalbek trende mi?
Bize hiç karşılık veren olmadı. Çaresiz, yine bekleme salonuna döndük. Orada bulunanların hepsi şimdi horul horul uyuyorlardı. Aliman:
-Ana, sen biraz uzan, dinlen, dedi… ben gelen trenleri gözlerim. Başımı gelinimin omuzuna yasladım, sözde biraz kestirmek istedim, ama ne gezer! Uyumam mümkün değildi… Trenin yaklaştığını yalnız kulağımızla değil, yüreğimizle, zihnimizle algılıyor, kilometrelerce uzakta olsa da yer sarsıntısını ayaklarımızın altında hissediyor, döşeme belli belirsiz sarsıldığı bir sırada fırlayıp çıkıyorduk dışarı. Trenin hangi yönden geldiğine bakmıyorduk bile. Heybeyi kaptığımız gibi yol kenarında buluyorduk kendimizi.
Trenler geldi geçti, Maysalbek hiç birinde yoktu… Tam gece yarısında yer bir kere daha sarsıldı, biz bir kere daha dışarı fırladık. Karşılıklı olarak iki tren birden giriyordu istasyona. İki yönden gelen keskin düdük sesleri doldurdu kulaklarımızı. İki yol arasında şaşıp kalmıştık. Her iki tren kulakları sağır eden gıcırtılarla ve sirenlerle, yavaşlamak şöyle dursun, hızlarını daha da arttırarak geçip gittiler. Vagon tekerlekleri gurul guruldu. Rüzgar uğulduyor, bizi kar çevrintisiyle kuşatıyor ve sanki vagonların altına çekmek istiyordu.
-Ana, ana! diye bağırdı Aliman. Beni fener direğine doğru çekerek sımsıkı kucakladı ve hiç bırakmadı.
Ben, yıldırım hızıyla geçen pencerelerden gözümü ayıramıyordum. Eğer Maysalbek oradaysa ve ben görmeden geçip giderse, diye, yüreğim hop inip hop kalkıyordu. Raylar, kaçan tekerleklerin altında inim inim inliyor, oğlum için kaygılar altında ezilen yüreğimi de inim inim inletiyordu. Ve trenler, arkalarında oluşan kar çevrintilerini de çekip götürerek geçtiler. Biz uzunca bir süre fener direğine tutunarak öylece kaldık.
Şafak vaktine kadar bir dakika oturamadık. Gelip geçen trenler boyunca bir sağa, bir sola koştuk durduk. Tam güneş doğarken ve fırtınanın ansızın dindiği bir sırada, çok tuhaf bir tren geldi istasyona: Vagonların yanları yanmış, çatıları delik deşik olmuş, kapıları uçmuş!… Katar boyunca tek canlı görünmüyor. Bütün vagonlarda bir ölü sessizliği, bir yanık kokusu var. Kömür haline gelmiş döşemelerin, erimiş boruların, kavrulmuş boyaların kokusu… Dün bizimle konuşan demiryolcu, elinde bir fenerle bu trene yaklaşırken Aliman sordu:
-Ne biçim tren bu? Ne olmuş bu trene?
-Bombalanmış, düşman bombalamış, diye fısıldadı demiryolcu.
-Peki nereye götürüyorlar bu vagonları?
-Tamir atölyesine, tamir edecekler.
Onların konuşmasını dinlerken, o bombardıman sırasında bu vagonlarda bulunanların canhıraş seslerini duyar gibi oluyordum: Duman ve alevler arasında bağrışanları, ayaklarını kollarını yitirenleri, kulakları sağır, gözleri kör kalanları, acılar içinde kıvrananları ve nihayet canlarını yitirenleri… Ama bu bombalar, uzaktaki savaşın buralara kadar uzanmış bir yankısıydı sadece… Ya cephede, asıl savaşın olduğu yerlerde neler oluyordu, neler?
Yanık vagonlardan oluşan o katar istasyonda uzun bir süre kaldı. Sonra, melankolik bir gıcırtıyla yerinden kımıldadı ve bilemeyeceğim bir yöne doğru hareket etti.
Yüreğim kaygılarla dolu olarak, giden trenin ardından bakakaldım: Maysalbek de oraya, bu trenin bombalandığı yere gidecekti. Ya Kasım? Ya Suvankul? Mektubunda Riazan yakınında olduğunu yazıyordu. Bu şehir cepheye pek uzak değildi galiba… Ortalık aydınlandı. Artık bizim de dönmemiz gerekiyordu. Atların yiyeceği bitmiş, bir tutam ot kalmamıştı. Ama ya Maysalbek geçmemişse, bundan sonra geçecek trenlerden birindeyse? Onu, yüreğimiz ağzımıza gelerek bunca saat bekledikten sonra görmeden nasıl gidebilirdik? Bu soru ikimizin de aklından çıkmıyor, dönmeyi hiç istemiyorduk.
Dün olduğu gibi hava yine rüzgarlı ve soğuktu. Buraya boşuna Rüzgarların Kervansarayı dememişler! Birden bire gökyüzünü kaplayan bulutlar dağılıverdi, güneş bütün parlaklığıyla çıktı ortaya. Ah, ah! Bulutların ardından çıkıveren şu güneş gibi oğlum da gözümün önünde parlayıverse, bir kerecik, sadece bir kerecik görünüverse!. diyordum içimden.
Tam bu sırada uzaklardan bir tren sesi duyduk. Doğudan geliyordu. İki uzun ve keskin düdük sesiyle iyice yaklaştığını belli etti. Ayaklarımızın altındaki toprak bir kere daha sarsıldı, raylar bir kere daha homurdandı. Ard arda koşulmuş iki lokomotif, buhar ve duman püskürterek büyük bir uğultu ile geçtiler. Tekerleklerden kıvılcım saçılıyor, ocaktan kor olmuş kömürler dökülüyordu. Bu iki lokomotifin ardından üstü açık vagonlar görüldü.
Bu vagonlara yüklenmiş tank ve topların üzerleri branda beziyle örtülüydü, aralarında da ağır kürklerine bürünmüş tüfekli askerler nöbet tutuyordu. Sonra, kapalı vagonların aralık kapılarından askerleri gördük. Vagonlar hızlı hızlı geçiyor ve her vagonla birlikte yine hızlı hızlı kaputlar, yüzler görünüp kayboluyor, eksik heceli bir şarkı kelimesi, bir balalayka ve akordeon sesi duyuluyordu. Onlara bakmaktan bulunduğumuz yeri unutmuştuk. Bu sırada, elinde sarı kırmızı bayraklar tutan bir adam koşup yanımıza geldi ve ağzını kulağıma dayayarak bağırdı:
-Tren durmayacak! Durmayacak! Çekilin rayların üzerinden, başka tren geçecek bu yoldan, çekilin! Böyle dedi ve bizi kenara doğru itti. İşte tam bu anda, hemen yakınımızda bir ses, bütün sesleri bastırarak kulağıma çarptı:
-Anaaa!… Alimaaaaan!…
Allahım! Allahım! Maysalbek idi bu! Tam yanımızdan hızla geçiyordu. Kapı penceresinden beline kadar dışarı sarkmış, bir eliyle kapıya tutunuyor, öbür eliyle asker şapkasını sallıyordu. Bağıra bağıra bir şeyler söylüyor, bize veda ediyordu. Ben sadece Maysalbeek! Maysalbeek! diye olanca sesimle bağırdığımı hatırlıyorum. Ama, o çok kısa zamanda, oğlumu şaşılacak kadar net bir şekilde görebilmiştim. Rüzgar saçlarını karıştırmış, kaputunun yakasını kanat gibi sallıyordu. Yüzünde ve gözlerinde hem sevinç vardı hem keder, hem acıma vardı hem de veda bakışları! Onu gözümden hiç ayırmadan koşmaya başladım. Trenin son vagonu büyük bir uğultu ve takırtıyla beni geçip gittikten sonra da traverslerin üzerinde koşmaya devam ettim. Sonra… sonra düşüp kaldım. Yolun üzerinde inim inim inliyor, ağlıyordum. Oğlum savaş meydanına gidiyordu ve ben onu, donmuş rayları kucaklayarak, sıkarak uğurluyor, veda ediyordum!
Tekerleklerin rayları döverken çıkardıkları takırtılar gittikçe uzaklaştı ve sonra duyulmaz oldu. Ben, bunca yıl sonra hala, zaman zaman o trenin o gürültü ile geçişini duyar gibi olurum, vagon tekerleklerinin çıkardığı o takırtılar kulaklarımda yankılanır durur.
Aliman, düşüp kaldığım yere geldiği zaman kendi gözyaşlarında boğulmuş gibiydi. Eğilip beni kaldırmak istedi ama kaldıramadı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, elleri kolları tiril tiril titriyor ve beni kaldıracak gücü bulamıyordu kendinde. O sırada, o istasyonun kadın makasçısı da geldi. Bir Rus idi. O da bana, tıpkı Aliman gibi ana! ana! diyor, beni kucaklıyor ve benimle birlikte ağlıyordu. Sonunda ikisi güçlerini birleştirip beni kaldırabildiler, raylardan uzaklaştırdılar. İstasyona doğru yürürken Aliman bana bir asker şapkası uzattı:
-Al ana, al bunu. Maysalbek sana bıraktı.
Ben onun bulunduğu vagonun peşinden koşarken elinde salladığı şapkasını bana attığını böylece öğrenmiş oldum.
Dönüş yolunda arabada otururken, o şapkayı kalbimin üstüne sımsıkı bastırdım ve hiç unutmadım. O şapka hala bende, evimizin duvarında asılı duruyor.
Haki renkli, kulaklıklı; bildiğimiz asker şapkalarından biri: Alnın biraz yukarısına rastlayan yerinde bir yıldız var. Bazen o şapkayı ellerime alır, yüzüme sürerim ve oğlumun kokusunu bulurum onda.
s.55-64
Aliman’ın Yüzündeki Karlar Erimiyordu
Aliman’ın hamile olduğunu öğrendiğim günden sonra, aramızda hiçbir şey değişmedi, ilişkilerimiz eskisi gibi devam etti. Hayatımızı yaşıyor, işimizi her zamanki gibi yapıyor, en önemlisi de her konuda birbirimizin fikrini soruyorduk. Aliman hamileliği hakkında, yapacağı doğum hakkında hiçbir şey söylemiyor, belki buna cesaret edemiyordu. Konuşmak istese bile konuyu durmadan erteliyordu herhalde.
Ben de konuşmuyordum. Çünkü gururu bir kere daha kırılmasın, asla onu kınadığımı sanmasın istiyordum. Zaten buna hakkım da yoktu. Çünkü onun bütün hayatı benim gözlerimin önünde geçiyordu. Her şeyi görüyor, her şeyi anlıyordum, öyleyse onun düştüğü durumdan ben de sorumluydum. Eğer Aliman bir suç işlediyse bu aynı zamanda benim de suçumdur. Eğer o, dünyaya bir çocuk getirecekse bu, benim de çocuğum olacaktır. Utancı da, bütün güçlükleri ve acıları da üstleneceğim. İkimiz de bu konuyu er geç enine boyuna konuşmak zorunda olacağımızdan emindik. Konuşunca da, suskun geçen günlerimizden dolayı birbirimizi bağışlardık. Ama o gün bir türlü gelmiyor, hep erteleniyordu. Bir gün, artık bu konuşmayı daha fazla ertelememek, bu konuda daha fazla susmamak için kendi kendime karar verdim.
Yaz sonuna doğru -hamileliğinin beşinci ya da altıncı ayıydı-bir sabah erken, ineği sürüye katmak için çıkarmıştım. Sığırtmaç çocuk o gün küçük bir horoz gibi ötüyordu evlerin önünde. Sürü bizim evin önünden geçerken, sığırtmaç yuvarlak yüzüne bütün güleçliğini vererek bir yandan hayvanları çeviriyor, bir yandan da bana sesleniyordu:
-Süyünce! Tolgonay teyze, süyünce! Güzel bir haberim var, süyüncemi isterim. Çorabek dedenin gelini doğum yaptı!
-Yaa, ne zaman?
-Bugün, şafakta.
-Kız mı, oğlan mı?
-Bir kız, Tolgonay teyze. Adını Torgay koyacaklarmış, çünkü Torgay kuşu gibi tam şafak sökerken doğmuş.
-Çok iyi, Allah uzun ömür versin, bu sevindirici haber için sana da teşekkür ederim.
Bu öksüz çocuğun bir doğum olayına bu kadar çok sevinmesi beni duygulandırmıştı. Habere sevindim, içeri girdim. O anda, hiç aklımdan çıkmayan meseleyi nasıl unuttum bilemiyorum. Avlu kapısından bağırdım:
-Aliman, haberi duydun mu? Çorabek’in gelini doğurmuş. Bir kız… Birden, çiğnediğim lokmadaki bir taşı ağrıyan dişimle ezmişim gibi durdum.
Aliman ayakta sessizce duruyordu. Gözlerini yere indirmiş, ısırdığı dudakları bembeyaz olmuştu. Ne düşünüyordu o anda? Herhalde yakında kendisinin de yapacağı ama kimsenin sevinçle konu komşuya duyurmak istemeyeceği doğumu. Yaptığım patavatsızlık içimi yakmıştı ama olan olmuştu bir kere. Yüzüne bakamadığım için gidip ocağın başına çöktüm ve hiç gereği yokken onu oraya, bunu buraya koyarak sözde çeki düzen vermeye çalıştım. Dönüp baktığım zaman Aliman hala duvarın dibinde, gözlerini yerde bir noktaya saplamış duruyordu. Onun haline yüreğim parçalandı. Kalktım ve yanına sokuldum:
-Neyin var? dedim, kendini iyi hissetmiyor musun? Hasta mısın?
-Hayır ana.
-Belki yaptığın iş ağır geliyor, evde kal, dinlen biraz.
-Hayır ana, tütün yapraklarını dizmek ağır bir iş değil. Ve Aliman işine gitti.
Bir kere daha artık susmamaya, ona utanacak hiçbir şeyi olmadığını, yeni doğan bütün çocukların birbirine benzediğini, kendi doğuracağı çocuğun benim de çocuğum olacağını söylemeye karar verdim. Ona, kendi çocuklarıma baktığım gibi özenle, şefkatle bakacağımdan emin olmasını da söyleyecektim. Bunu bilmeliydi. Başı eğik dolaşmamalıydı. Analık hakkının neler olduğunu bilmeli, insanların yüzüne bakmaktan çekinmemeli, gururla yaşamalıydı.Bunları söylemek düşüncesiyle Aliman’ın peşinden koşarak bağırdım:
-Aliman, bekle biraz, sana söyleyeceklerim var. bekle!
Duymazlıktan geldi ve ardına bakmadan uzaklaştı. Bütün gün içim içimi yedi ve söylendim durdum: Hayır, bu böyle devam edemez! Bu akşam onunla her şeyi konuşacağım. Ama kararımı uygulayamadım. Akşam eve döndüğüm zaman Aliman henüz gelmemişti. Onu merakla beklemeye koyuldum. Nesi var? Niye bu kadar gecikti? diyordum durmadan. Sonunda çalıştığı yere gitmeye karar verdim. Evden çıkarken Bektaş’la karşılaştım. Hiçbir şey söylemeden, bir kucak taze otla bizim avluya girdi. Yine hiçbir şey söylemeden yeşil otu ineğin otluğuna bıraktı ve bundan sonra alçak sesle konuştu:
-Tolgonay teyze, Aliman size haber gönderdi, kendisini aramamanızı söyledi. O, Kayındı’daki kendi köylerine gitti.
Bacaklarım titredi ve eşiğin üzerine çöktüm.
-Ne zaman gitti?
-Öğleden sonra, bundan iki saat kadar önce. Yoldan geçen bir kamyona bindi. Sürücü onu şoför mahalline aldı. şoför mahalli iyidir, hiç sarsmaz.
Ah Bektaş, mesele yalnız o olsaydı! dedim kendi kendime. Yine de onun, saf, iyi niyetli teselli çabasına minnet duydum. Bektaş artık tam bir delikanlı olmuştu. Kolhozun at arabasını kullanıyordu. Ona hayretle, aynı zamanda hayranlıkla baktım. Ne kadar çabuk büyümüştü! Omuzları nasıl da gelişmişti! Sesi gibi hareketleri de erkekçe idi. Ta çocukluğundan, bebekliğinden beri severim onu. Bu en güç anımda beni görmeye gelmekle çok iyi etmişti.
Bektaş arka gidip su getirdi. Semaveri ocağa koydu. Avluyu suladı ve sonra süpürmeye başladı.
-Siz dinlenin Tolgonay teyze, dedi bana, ben elma ağacının altına keçe yaygıyı sereceğim. Annem de gelecek az sonra. Sizin çayımızı çok seviyormuş, nerdeyse gelir.
Aliman’ın gidişinden sonra günler geçmez oldu. Daha önceki yalnızlığım yalnızlık değilmiş, gerçek yalnızlığı bilmiyormuşum meğer. Ancak üç gün dayanabildim. Sonra dünyam karardı. Evimin, hatta hayatımın da bir değeri yoktu artık. En dayanılmaz olanı da Aliman’ın akıbetini düşünmekti. Ailesi onu iyi karşılamamışsa, hele önceki davranışını yüzüne vurup onu aşağılamış iseler, bizi dinlemek bile istemedin, özel hayatına kimseyi karıştırmayacağını, bizi de ilgilendirmeyeceğini söyledin, ama işte utanılacak bir durumdasın ve bize sığındın, bize muhtaç oldun!… demişlerse! Ona böyle diyebilirlerdi. Ne olurdu o zaman gelinimin hali? Çok gururluydu, bu hakarete nasıl dayanırdı? Allah korusun, canına da kıyabilirdi. Ah Aliman, ah! Eğer benim yanımda kalsaydın, ben her şeyi üstlenir, sana laf söyletmezdim.
Aklıma her olasılığı getiriyor ve kahroluyordum. Sonunda kendi kendime: Bu böyle olmaz, dedim, oraya gitmeli, görüp anlamalıyım. Beni dinlemesi için yalvar yakar olurum, belki dönüp gelir. Ah ne iyi olurdu gelirse! Gelmezse gelmez. Yapılacak bir şey yok o zaman. Onun iyiliği için dua ederim, ağlaya ağlaya dönüp gelirim. Böyle dedim ve kararımı verdim. Ertesi gün yolculuğa hazırlandım. Evi ve ineği Ayşe’ye emanet ettim.
Bektaş, yoldan geçen kamyonlardan birini durdurdu, beni bindirdi ve Kayındı’ya hareket ettim. Kamyon köyden çıkıp anayola girdikten sonra, genç bir kadının anızlar içinde bir patikadan yürüdüğünü farkettim. Hemen tanıdım onu: Aliman idi bu! Sevgili Aliman bana, bizim eve doğru geliyordu.
-Dur! Hemen dur! diye bağırdım sürücüye. Kamyon hızını alamayıp biraz gittikten sonra durdu. Çantamı kaptım ve kayar gibi tozun toprağın içine düştüm. Bir sis gibi koyu o tozun içinde bir anda her şey kayboldu, görünmez oldu. Bir an, rüya mı görüyorum yoksa? diye geçti aklımdan. Toz bulutu kamyonla birlikte uzaklaşınca Aliman’ı bir daha gördüm.
-Alimaan! Alimaan! diye bağırdım olanca sesimle. Ona doğru nasıl koştum? Bunu değil de, konuştuğumuz, birbirimize sımsıkı sarılarak ağladığımız zamanı hatırlıyorum. Ayrı olduğumuz günlerde ayrılık acısı ikimizi de perişan etmişti ve bu yüzden o günlerde çektiğimiz acıları anlatacak söz bulamıyorduk. Aliman’ın yüzünü okşuyor ve durmadan aynı şeyleri söylüyordum:
-Geldin değil mi küçük kızım? Bana döndün, anana döndün, işte burdasın.
-Aliman da cevap veriyordu:
-Evet döndüm, sana döndüm anacığım, işte burdayım.
Birbirimize sarılmış öyle dururken karnındaki bebek kımıldadı, hem de iki defa. Anasının karnını tekmeliyordu. Bunu çok iyi hissettim. Aliman elini karnına koydu, sevgiyle, yavaş yavaş okşadı yavrusunu. Gözlerindeki o sevgiyi, o ana şefkatini görmek bütün benliğimle sarstı beni. Nasıl olmuş da kötü şeyler düşünmüştüm onun için? Analık! Kutsal analık! Böyle bir mutluluğun bir damlası, acılardan oluşan okyanusa değer! Yanağımı yanağına yapıştırdım ve kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağladım.
-Aliman, sevgili güzel kızım! Senin için öyle korktum ki!
Beni yatıştırmaya çalıştı:
-Ağlama ana, ağlama. Beni bağışla, aptalın biriyim ben. Seni hiç terketmemeliydim. Ayrılmak istediğim doğru, bunu denedim, ama gördüğün gibi başaramadım, ayrılığa dayanamadım, hep seni düşünüyordum.
Kendi kendime, ‘her şeyi konuşmanın tam zamanı’ diye düşündüm ve sordum:
-Niçin gittin kızım? Bana mı gücendin? Susuyor, belki ne cevap vereceğini düşünüyordu.
Sonra içini çekerek şöyle dedi:
-Bunu sorma anacığım. Ne yararı olacak ki? Bu konuda birbirimize hiç bir şey sormayalım, söylemeyelim. Yoksa üzüntülerim daha da artar.
Her defasında böyle oluyordu. Yine kaçıyordu konuşmaktan. Böyle davranmakla kendisini daha da güç durumda, sıkıntılı durumda bıraktığını neden anlamıyordu? O yıl sonbahar çok yağmurlu geçti, uzun sürdü. Yağışsız bir tek gün geçirmedik diyebilirim. Aliman da, tıpkı sonbahar gibi, günden güne daha asık suratlı oluyordu. Konuşmuyor, gülmüyor, her zaman ki düşüncelerine dalıp gidiyordu. Doğumun yaklaştığını anlıyordum. Bazı şakalarla, okşamalarla onu rahatlatmak, düşüncelerini başka bir yöne çekerek eğlendirmek istiyordum ama boşuna. O artık boş sözlerle avunacak ve o büyük hüznünü unutuverecek küçük bir kız değildi.
Aslında ona yardımcı olmak isteyen yalnız ben değildim, ama kimse bir şey yapamıyordu. Bir gün Bektaş bize saman getirdi. Annesinin tekrar hastalanıp yatağa düştüğünü de söyledi. Ateşi çıkmış ve öksürüyormuş. Ayşe’yi görmek için onlara gittim ve biraz çıkıştım:
– Sağlığına dikkat etmen gerektiğini çok iyi biliyorsun ama etmiyorsun. Böyle bir havada uzak yerlere misafirliğe gidilir mi hiç?
Belli belirsiz gülümsedi, biraz mahcup olmuştu galiba. Çünkü bir mazeret ileri süremiyordu. Üç kadın arkadaşıyla birlikte, Bektaş’ın arabasına atlayıp komşu köyde bir düğüne gitmişlerdi. Artık dönmek için yerimden kalkarken Ayşe eteğimden tuttu:
– Dur biraz Tolgonay, eğer darılmazsan sana bir şey söylemek istiyorum, dedi.
– Söyle, söyle, dedim ve oturdum.
– Biz gerçekten vadideki o köye gittik ama, düğün için değil Tolgonay. Orada bir akrabamın olmadığını biliyorsun. Senden izin almadan seni de ilgilendiren bir konuda bir karara vardık. Bunun için özür dilerim. Biz o köyde o çobanla görüştük, onu bir duvar dibine sıkıştırarak şöyle dedik: Olanları bilesin, Aliman doğurmak üzere, çok az kaldı doğuma, sen ise hiç bir suçun yokmuş gibi umursamıyorsun! Ne demek oluyor bu? Namus, şeref yok mu sende? Böyle dedik ama hiçbir sonuç alamadık. Bir kere, adam zaten evliymiş. Sonra, ne vicdanı var ne imanı. Kanun manun da tanımıyor, her şeyi inkar ediyor. Sözün özü Tolgonay, ondan umut yok. Bu yetmiyormuş gibi karısı da bizim oraya geliş sırrımızı öğrendi. Cadalozun biri o kadın. Açtı ağzını, yumdu gözünü ve bize olmadık küfürler etti, sonra da kovdu bizi. Dönüş yolunda yağmura tutulduk. Hava soğudu, iliklerimize kadar ıslandık ve gördüğün gibi yatağa düştüm. Ama bana bakma sen, bir şey değil bu. Biz şimdi Aliman için ne yapacağız? Onu söyle.
Ayşe dudaklarını ısırıp ağlamaya başladı. Ona:
– Ağlama Ayşe, dedim, ben hayatta oldukça Aliman’a kimse bir kötülük yapamaz.
Ayşe’lerden ayrıldım. Ona başka ne diyebilirdim ki? Bundan sonra zorlu günler başladı. Doğum pek yakındı ve Aliman’ı gözden kaçırmıyor, nereye gitse peşinden ben de geliyordum. Doğum sancıları başlar başlamaz yanında olmalıydım. Böyle bir sebep olmasa, onu gölge gibi takip ederek niçin canını sıkayım? Bir gün kalın giyimlerini giydiğini, ayrıca bir yün şala sarındığını gördüm ve sordum:
– Nereye gidiyorsun sevgili kızım?
– Çaya.
– Böyle rutubetli bir havada çaya gidilir mi? Otur evde, rahatına bak.
– Hayır, gideceğim.
– Öyleyse ben de gelirim, seni yalnız bırakmam. Öyle bir bakış baktı ki görmeliydiniz. şu son günlerde çektiği bütün acılar öfke olup birikmiş ve bana yönelmişti:
– Niye bana yapıştın? Ne istiyorsun benden? Her dakika bir gölge gibi peşimden ayrılmıyorsun. Rahat bırak beni! Geberip gideceğimi mi sanıyorsun? Korkma, gebermem.
Kapıyı hızla çekti ve gitti. Kapı yüzüme bir kamçı gibi çarpmıştı sanki. Gönlüm kırılmış, içim parçalanmıştı. Yine de nereye gittiğini merak etmekten kendimi alamadım, az sonra arkasından çıktım. Kapı eşiğinde durup bakınca onu göremedim. Çay kenarına gitmiş olmalıydı.
İnce, ahmak ıslatandan bile daha ince, bir yağmur yağıyor ve insanın vücudunu hafif ama soğuk bir buhar gibi kaplıyordu. Rüzgar bulutları önüne katmıştı. Bahçe girilecek gibi değildi. Ağaç gövdeleri çıplak, donmuş, dallar kararmış ve ıslaktı. Herkes evine kapanmış ve dışarıda kimsecikler yok.
Yüce dağlar, kararmaya başlayan havada ve sisler içinde belli belirsiz idiler.
Biraz bekledikten sonra yola koyuldum. Ne istediğini bana söylememesi hiç de iyi olmamıştı, ama daha da kötüsü, ilk sancılar başlayınca ıslak bir yere yığılıp kalması olurdu. Bahçenin arkasındaki patikaya gelince Aliman’ı gördüm. Yavaş adımlarla güçlükle yürüyerek ve yere bakarak geri dönüyordu. Ben de hemen eve döndüm. Çay ısıttım, börek kızarttım, yumurta pişirdim. Sonra temiz bir örtü serdim, kış elmalarının en güzellerini, en kırmızı olanlarını seçip sofraya getirdim. Sofra örtüsünü görünce acı bir gülümseme belirdi dudaklarında.
– Gel kızım, dedim, donmuşsun, sıcak çay iç, şu böreklerden de ye biraz.
– Canım hiç yemek istemiyor ana, dedi, belki bir elma yiyebilirim.
– Bir yerlerinde ağrı, bazı sancılar duyuyor musun? Söyle bana kızım. Yine olumsuzdu:
– Bana bir şey sorma ana, dedi, ben kendi varlığımı bile hissetmiyorum. Kendi halime bırak beni. Böyle derken eliyle bir şeyleri savar ya da uzaklaştırır gibi bir hareket yaptı. Gece oldu. Yatakta, bundan sonra ona ne söylesem boş, hiçbir sözüm hoşuna gitmeyecek diye düşündüm ve üzüldüm. Bu düşünce ile dalıp gitmişim. Normal olarak geceleri uyanır, Aliman’ın durumuna bakardım. Ama o gece taş gibi uyumuşum. Olacağı bilseydim, gözümü kırpmadan on gece beklerdim, başımı duvara bile dayamazdım.
Birdenbire niçin ve nasıl uyandığımı pek hatırlamıyorum. Şöyle bir göz atınca Aliman’ın yatağında olmadığını gördüm. İnsan yarı uykuda kalkınca olup biteni bir anda kavrayamıyor. Önce onun dışarıya çıkmış olabileceğini ve döneceğini düşündüm, biraz bekledim. Gelen giden olmadı. Hayattan ve avludan da bir ses gelmiyordu. Sonra elimi uzatıp yatağını yokladım. Buz gibiydi! ışte o zaman yüreğim hop! etti: Demek ki kalkıp gideli epey olmuştu. Alelacele giyinerek dışarı fırladım. Avluda köşe bucak her tarafa baktım. Yoktu! Sokağa fırlayıp sebze bahçesine doğru koştum. Aliman! Alimaan! diye bağırıyordum bir yandan. Sesime ses veren olmadı. Yalnız köpekler uyandılar ve havlamaya başladılar. Havlamalar bütün köye yayıldı. Büyük bir korku ve keder kapladı içimi: Aliman gitmişti! Ama böyle bir havada ve gece karanlığında nereye giderdi?
Şimdi ben ne yapabilirdim? Onu nasıl bulacaktım? Yine, eve doğru koştum, feneri bulup yaktım, sonra da elimde fener, Aliman’ı aramak için avlu, kapısına yürüdüm. Kapıdan çıkarken anbardan birtakım iniltiler duydum. Bütün gücümü ayaklarıma vererek oraya koştum. Kapıyı o kadar hızlı açtım ki az daha elimdeki fener düşecekti. Aman Tanrım! Gözlerime inanamadım: Aliman samanların üzerine yüzükoyun yatmış, doğum sancılarıyla kıvranıyordu. Üzerine atılıp bağırdım:
– Ne yaptın a kızım, bana niye söylemedin? Yardım edip arkası üstü çevirmek istedim, elim kanlar içinde kalan eteğine dokununca büyük bir korkuya kapıldım, irkildim. Yüreğim kafesinden çıkacaktı
nerdeyse. Vücudu ateş gibi yanan Aliman boğuk sesle mırıldanıyordu:
– Ölüyorum! Ölüyorum!
Çoktandır acı çektiği, gücünü, direncini yitirdiği belliydi. Allahım sen koru bizi! Allahım sen koru! diye dua ettim. O anda, bir doktorun yardımı olmadan bu doğumu yapamayacağını da anlamıştım. Aliman’ı orda bırakıp Ayşe’lere koştum, pencereye hızlı hızlı vurdum ve bağırdım:
– Kalkın, çabuk kalkın! Bektaş, çabuk arabayı hazırla, Aliman çok hasta. Çabuk ol evladım, çok, çok hasta!
Onları uyandırdıktan sonra Aliman’ın yanına döndüm. Ona su verdim. Titriyor, dişleri takır takır su bardağının kenarına vuruyor, ama vücudu ateşler içinde yanıyordu. İki yudum su ancak içebildi ve sonra kıvranmaya, inlemeye devam etti. O sırada Ayşe de geldi soluk soluğa. Ayşe ayakta zor duruyordu, o günlerde hastaydı çünkü. Aliman’ı görür görmez beti benzi iyice sarardı ve telaşla sordu:
– Aliman, güzelim, ne oluyor? Korkma kızım, korkma, seni hastahaneye götüreceğiz!
İyi bir raslantı olarak Bektaş o gün eve geç dönmüş, atları kolhoza götürmemiş, avluda, evin önüne bağlamıştı. Hemen bizim avluya getirdiği arabaya bir kat ot serdik, üzerine minderler, yastıklar koyduk. Sonra üçümüz birden tutarak Aliman’ı yavaşça arabaya bindirdik ve hastahaneye yollandık.
Ah o yol! Sonbahar yağmurlarıyla yarılmış, çukur çukur olmuştu. Ve o gece zifiri karanlıktı. Yörede zaten bir tek hastahane vardı ve o da karşı yakadaydı.
Çayı geçeceğimiz köprü de aşağıda, epeyce uzakta kalıyordu. Araba köyden çıktığı zaman Aliman’ın sancıları iyice arttı. Kıvranıyor, bağırıyor, üzerindekileri atıyordu.
Başını dizlerimin üzerine koymuştum, attığı battaniyeleri hemen yine örtüyordum. Elimdeki feneri yüzüne tutup gözlerine bakıyor, onu sakinleştirmeye çalışıyordum. Bektaş da bir şeyler söylüyordu Aliman’ı yatıştırmak için:
– Dayan Aliman, az sonra köprüye varacağız, birkaç adım daha… Şimdi, şimdi varırız oraya…
Allah bilirdi köprüye ne zaman varacağımızı. Gidiyor, gidiyor, varamıyorduk. Bu yüzden atları tırısa kaldırmak zorunda idik. Ama bu defa da o kötü yolda araba çok sarsılacak, bu ise Aliman için hiç iyi olmayacaktı.
Aksi gibi yağmur da hızlanmaya başladı. Bütün olumsuzluklar üst üste idi: Zifiri karanlık bir gece, buz gibi soğuk yağmur, çamur, tekerlek sarsıntısı… Aliman çırpınıyor, inliyor, bağırıyordu. Sonra birden sakinleşir gibi oldu. Ama bu defa da hırıltılı sesler çıkarıyordu. Korkular içinde sordum:
– Aliman! Aliman ne oldu?
Onu sıkıyor, feneri yaklaştırıp yüzüne bakıyordum. O da ateşli gözlerle bana bakıyordu:
– Durun! Durun, ben ölüyorum! diye mırıldandı. Dudakları incelmiş, kurumuştu. Güçlükle nefes alıyordu. Arabayı durdurduk.
– Ana, başımı kaldır, dedi, nefes alamıyorum. Ağlıyordu. Sonra hıçkırıkları bastırarak çabuk çabuk konuşmaya başladı: Ana, sevgili anacığım, içim yanıyor, artık dayanamıyorum. Öleceğim… Öleceğim… Her şey için sana teşekkür ederim, çok teşekkür… Beni bağışla anacığım… Ah Kasım hayatta olsaydı!. Ah Kasım, ben ölüyorum. Beni bağışla…
Ona yalvardım:
– Hayır, hayır sevgili kızım, ölmeyeceksin. Biraz daha dayan canım kızım, biraz daha! Köprü hemen şuracıkta. Anlıyorsun değil mi kızım, ölmeyeceksin, ölmeyeceksin.
Dayanılmaz sancılarla yine kıvranmaya başladı. Dişlerini sıkmış, bilincini yitirmişti. Son gücünü tüketiyordu çırpınarak. Bektaş’a emir verdim:
– Bektaş, Aliman’ı kucağına al ve şöyle kaldır. Çabuk ol! Utanacak bir şey yok bunda… Çabuk! Allah aşkına çabuk! Bektaş Aliman’ı kaldırdı ve ben de çocuğu dünyaya getirmek için kollarımı sıvadım… Sonra Bektaş bir çığlık atarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Birden, benim gözümde ve kulağımda o trenin uğultulu geçişi canlandı. Çelik tekerlekler rayları takır takır dövüyor, rüzgar ise çığlığını çarpıyordu kulaklarıma: Anaaa! Alimaaan! Aynı anda cıyak cıyak bir bebek sesi duyuldu…
Hayat niçin bu kadar acımasız, bu kadar kör? Çocuk dünyaya geliyor, Aliman dünyayı terkediyordu. Biri doğuyor, biri ölüyordu. Bebeğin çıplak ve ıslak vücudunu entarimin eteğine ancak sarabilmiştim ki, anası Aliman, Bektaş’ın kollarında can vermiş, suskunluğa gömülmüştü. Başı yana düşmüş, hareketsiz kolları aşağı sarkmıştı.
– Alimaan! diye bağırdım korku dolu bir sesle. Sonra bileğini tuttum. Nabzı çarpmıyordu. Gözlerimin önünde, bir an için, hayatla ölüm karşı karşıya idiler.
Arabayı çevirip dönüş yoluna girdiğimiz zaman tan yeri ağarmış, güneş doğmak üzereydi. Donuk gecede, iri kar taneleri uçuşuyordu şimdi. Yola usulca konan kar taneleri izleri örtüyordu. Her şey susmuştu. Her yerde beyaz bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yeleleri ve kuyrukları kardan bembeyaz olmuş atlar da pek sessiz ilerliyordu. Arabanın önünde oturan Bektaş sessiz sessiz ağlıyordu. Atları unutmuştu. Kendiliklerinden gidiyordu atlar. Yol boyunca ağladı. Ben, yerde yolun kenarında yürüyordum. Bebeği gocuğuma sarmış, göğsüme bastırmıştım. Beyaz karlar kapkara görünüyordu gözüme.
Savaş kendisini bana son defa işte böyle hatırlattı. Yürüdüğüm yol, hayatım boyunca gördüğüm en kötü yoldu. Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyi diye düşünüyordum. Kucağımda ısınan bebek, sıcacık, yumuşacık bir top gibi kımıldıyor ve durmadan ağlıyordu. Onu öyle götürürken söyleniyordum: Zavallı küçük yavrum, bu ne büyük talihsizlik, bu ne büyük acıdır ki ilk çığlığın annene bir veda oldu!
Sonra, uzaktan uzağa yankılanır gibi bir fikir daha geçti aklımdan: Hayat büsbütün yitirilmedi, küçük bir tomurcuk kaldı. Hemen ardından şöyle dedim kendime: Nasıl yaşayacak bu çocuk? Ana sütünü hiç tatmadı bile. Ama onun yaşamasını çok istiyordum ve dua ettim: Allahım, hiç olmazsa bu yavruyu bırak bana, o ölmesin Allahım! Ona dayanma gücü ver, ayakta kalabilme, güçlüklerin üstesinden gelebilme gücü ver…
Yürürken işte bunlar geliyordu aklıma. Bazen tam bir umutsuzluk, bazen de bir güven içinde oluyordum. Biz köye vardığımız zaman ortalık iyice aydınlanmıştı. Lapa lapa kar yağışı ve çevremizde sessiz beyazlık devam ediyordu. Bu sessizliğin ortasında, bitmemiş yolun kenarındaki yıkıntılar daha korkunç görünüyordu gözüme. Yapımına yedi yıl önce başlanmış yolda, şimdi pek acıklı görünen birkaç izden başka bir şey kalmamıştı. Aliman ve Kasım’ın kuracakları evin avlusunda taş ve tuğla yığınları, onların amaçları, hayalleri, özlemleri için dikilmiş anıtlar gibi duruyordu.
Artık sonsuza kadar susmuş olan Aliman, gözleri kapalı, yüzü sapsarı yatıyordu arabada. Başı bir o yana bir bu yana dönüyor, yüzüne düşen kar taneleri erimiyordu.
Köyün ilk evlerine yaklaşınca Bektaş arabadan atladı ve hayatında ilk defa gür bir erkek sesiyle ağıtlar, ilahiler okuyarak ölüm olayını duyurmaya başladı. Bütün evlerden koşup geldiler, gözyaşları içinde bizi ortalarına aldılar. Ayşe de geldi ve ağıdı ile yeri göğü inletti. Sonra benim elimden bebeği alıp kendi evine götürdü…
İki gün sonra Aliman’ı gömdük. Geleneklerimize göre bir kadın ölüyü gömmek için mezarlığa gidemez, bu işi erkekler yapar. Ama ben gittim ve kimse bir şey diyemedi. Çünkü bizim evde erkek yoktu. Aliman’ı mezarına, mezar çukurunun dibindeki kazanaka kendim yerleştirdim, üzerine ilk toprağı ben attım. O gün de kar yine lapa lapa yağıyordu. Bir tümsek haline gelen mezar kısa zamanda karla örtüldü.
O yılın ilkbaharında Aliman’ın mezarına çiçekler diktim. Her bahar dikiyorum. Çiçekleri çok severdi. Hayat devam ediyor. İlk günler Canbolat’ı yaşlı Çorabek’in gelini emzirdi. Daha sonra onu keçi sütü ile besledim. Kaygılarla, sıkıntılarla dolu günlerim çok oldu. Bunları birer birer anlatmamın hiç gereği yok. Kısacası, hayatta kalacağı, yaşayacağı alnına yazılmış ve yaşadı. Bunun için Allaha şükrediyorum. şimdi tam oniki yaşında. Onu küçüklüğünde tedavi eden ve şimdi bizim bölgede pek meşhur olan doktor her karşılaşmamızda sorar:
-Merhaba büyükanne, torun büyüyor mu?
-Tanrı’ya şükür, bir yiğit oldu bile.
…
s.122-137
Okur Görüşlerine Açık Sayfa