Ne olacak bu oğlanın hali?
Oğlunun geleceği Ana’yı şimdiden korkutuyordu. Bir elinde çalı süpürgesi, diğer elinde bacaklarının arasına topladığı şalvarıyla evi süpürüyordu. Baba, göbeğinde inip kalkan şapkası ile horultular çıkarıyordu. Arada bir süpürgenin çıkardığı ses onu rahatsız eder ise, uykuca dilinde ‘’fazla ses yapma’’ anlamına gelen, alçaktan başlayıp gittikçe yükselen ‘’hııı’’ sesini çıkarıyordu. Hiçbir şey söylemeden çok şey söyleyen bu adama kızacaktı ki gözü oğlunun açık kalmış defterine ilişti.
Elindeki süpürgeyi bir kenara bırakıp defteri kurcalamaya başladı. Defter bir sürü ufak yazılarla doluydu. Ana anlam veremedi bu yazılara. Hırslandı. Alıp defteri Baba’nın önüne atacaktı neredeyse ama kendisini durdurdu. Oturup düşündü: ‘’Ne olacak bu oğlanın hali? Gidip dişe dokunur bir iş yapsa olmaz mı? Ya İbo gibi o da delirirse?’’ Uykuca dilinde konuşmaya devam eden eşine bakıp: ‘’Hey koca herif hey! Sana söylesem ne olacak sanki. İki kafa sallar yatarsın öyle!’’
Kalktı ayağa evi süpürmeye devam etti.
Dışarıda tavuklar kendi aralarında kavga ediyor, horoz kafesten çıkmıyor, bu kavganın sesi eve kadar geliyordu. Sinekler tepişiyor, tezek kokusu havaya yayılıyordu.
Gün ilerliyor, güneş batmaya yaklaşıyordu ama Yusuf hâlâ ortalıkta görünmüyordu. Ana bütün işlerini bitirmiş, şimdi oğlunu meraklı gözlerle beklemeyi iş edinmişti. Endişesi giderek büyüyordu.
Baba sıkıldığı zaman sağa, sağından sıkıldığı zaman sola dönüyor ve uyuklamaya devam ediyordu. Tatlı uykusu kısa süreliğine dışarıdan gelen ses ile bölündü.
‘’Koşuuuuuun! Yardım ediiiiiin! Yusuf kuyuya düştüüüüü! Koşuuuuun!’’
Deli İbo’nun sesiydi bu. Elinde sazıyla gelmiş meydana, bağırmış ve seke seke uzaklaşmıştı köy meydanından.
Ana, ‘’Eyvah’’ diye bağırarak çıktı evden.
Ardından Baba ne olduğunu anlamak için başını kaldırıp, sağına soluna bakıp kafasını yastığına geri koydu.
Ana köy meydanındaydı. Ondan önce meydana birkaç köylü toplanmıştı. Meraklı gözlerler ile Ana’ya bakıyorlardı. Ana ne yapacağını bilemez biçimde dizlerini dövüyor, köylüler onu sakinleştiriyordu: ‘’Belki yalan söylüyordur, telaşlanma hemen!’’. Ana: ‘’Yok, yook! Sabahtan belli evde yok bahçede yok. Deliyle dolana dolana bu oldu işte. Ah ben ne yapayım! Ah ben nerelere gideyim!’’ Köylüler Ana’nın bu çırpınışını gördükçe onun hüznünü kendi yüreklerinde hisseder gibi oluyorlardı. Yine de başka bir insanın acısını olduğu gibi duyumsamanın mümkün olmadığını bilen köylüler, üzgün numarası yapmaya devam ediyorlardı. Bu numara köyün büyüğü Koca Hikmet’in meydana gelmesiyle bozuldu. Köylüler şimdi şaşkınmış gibi davranıyorlardı. Ana, Koca Hikmet’i görünce çok sevindi. Köyün en uzun boylusu, en iri adamı gelmişti. Kararmaya başlayan bu havada onun gibi birisiyle yola çıkmak iyi olacaktı. Üstelik oldukça hikmet sahibi olan bu adam kesinlikle Yusuf’un kuyudan nasıl çıkarılacağını bilirdi. ‘’Hava kararmadan gidelim, takip edin beni.’’ Bir el hareketiyle köylüyü peşine düşürdü. Köylüler en arkada yavaş yavaş yürüyorlardı. Ana, köylünün biraz daha önünde Koca Hikmet’i izliyordu. Henüz hava kararmadığı için ormanı rahatlıkla geçtiler. Ormanın bitiminde kuyu görünür oldu. ‘’İşte!’’ dedi Koca Hikmet. Ana sevinçle sıçradı yerinden. Kendi etrafında birkaç tur atıp: ‘’Hay sen çok yaşa Hikmet. Bizi sen getirdin buralara kadar.’’ dedi. Tam kuyuya doğru seğirtecekti ki Koca Hikmet bağırdı: ‘’Dur! Sakın yaklaşma.’’
Köylü Koca Hikmet’in bu hareketinden bir terslik olduğu sonucuna vardılar. Birbirlerine daha da yanaştılar. İçlerinden bazıları Ana’ya seslendi: ‘’Evet, evet durmalısın.’’ Sonra gözlerini kısıp Hikmet’in dudaklarına baktılar. Hikmet ağız açıp konuştu: ‘’Dur! Bu kuyuyu ne zamandır kullanmadık. Etrafını güzel çiçekler bürümüş. Belki zehirlidir. Önce durup bakalım.’’ Köylüler korkuyla etraflarına bakmaya başladılar. Ana, Koca Hikmet’in bu sözleri üzerine iyice paniğe kapıldı. Demin çocuğumu buldum diye sevinirken şimdi içini bir acelecilik duygusu kaplamıştı. ‘’Haydi o zaman haydi, bir şeyler yapalım!’’ dedi. Koca Hikmet yavaş yavaş kuyuya yaklaşmaya başladı. Ana dudaklarını ısırarak Hikmet’in peşi sıra kuyuya yanaşıyordu. Hikmet birkaç adım atıyor, sonra duruyordu. O da korkuyordu, onun korkusu köylüyü daha da tedirgin ediyordu. Köylüler hiç kıpırdamıyor bu ikiliyi izliyordu. Hikmet ‘’Sesler duyuyorum.’’ dedi. Köylüler kafalarını aşağı yukarı sallayıp: ‘’Doğru, sesler geliyor’’ dedi. Ana: ‘’Yusuf olmasın bu?’’ dedi Hikmet’e bakarak. Hikmet kafasını geriye atarak ‘’cıks’’ dedi. ‘’Bu Yusuf olamaz. Onun sesine hiç benzemiyor. Bu güzel otların kokusu bizi zehirlemiş olabilir. Belki hiç böyle bir ses yoktur.’’ dedi. Kuyuya iyice yanaşmışlardı artık. Hava da kararmıştı tamamen. Baykuşlar ötüyor, kurtlar uluyordu. Köylüler hep bir ağızdan yineliyorlardı: ‘’Kesinlikle! Biz Yusuf’u tanırız, biliriz. Bu ses onun değil.’’ Şimdi hep beraber kuyunun içinden gelen bu sesi dinliyorlardı.
‘’yeni yuttu kuyu deli oğlanı/ yasa boğdu gözü yaşlı anayı/ bana sorarsan istemem çıkmayı/ soran yok nice bu Yusuf’un hali’’
Ana Yusuf adını duyar duymaz hemen koştu kuyuya. Hikmet elini alnına vurup: ‘’Hayır!’’ dedi. Köylüler de aynı hareketi yaptılar. Ana yaşlı gözlerini açabildiği kadar açmış, dudakları titreye titreye: ‘’İşitmediniz mi? Benim oğlum burada işte. Yardım etsenize. Gelsenize.’’ Köylülerden birisi, ‘’Bu otlar seni büyüledi Ana. Bu ses senin oğlanın sesi değil.’’ Diğerleri kafalarını salladılar. Ana oğlunun orada olduğu konusunda ısrarcı davranıyordu. Köylü, Koca Hikmet öncülüğünde bu düşüne karşı çıkıyordu. Ana göz yaşlarını tutamıyor bağırıyordu: ‘’Ya yaralıysa? Ya ölürse? Diyelim oğlum değil, sesi hepiniz işitmediniz mi? Yine de biri var.’’ Hikmet gözlerini kıstı, elini çenesine götürüp sakalını sıvazladı. Köylüler bu hareketten anladı ki; Koca Hikmet ikna oluyordu. Koca Hikmet, ‘’Haklısın Ana. Burada biri var.’’ Köylüler kafalarını sağa sola sallayıp ‘’Hayır! Hayır! Otlar bizi zehirledi. Durun!’’ diye kendilerini de yırtsalar, Koca Hikmet karar vermişti. Ana’nın göz yaşları sevinç göz yaşına dönmüştü. Zıplayıp alkış yapıyordu: ‘’Haydin Koca Hikmet! Sen yaparsın bu işi!’’ diyordu. Koca Hikmet kuyudan aşağıya baktı. ‘’Ne güzel!’’ dedi. ‘’Daha önce böyle güzel kuyu görmedim.’’ Kendisini uzattı kuyudan aşağı. O kadar uzundu boyu, kuyunun dibine kadar boyu yetti. Kucakladı kuyunun dibindekini. Ana aşağı doğru bağırıyordu: ‘’Ha gayret Koca! Ha gayret!’’ Köylüler korkudan tir tir titriyorlardı: ‘’Ya bu kötü bir kişiyse? Ya cinler periler gece gece bizimle eğleniyorlarsa?’’ Koca Hikmet kuyunun dibindekini kavradığı gibi yukarı çıkarttı. Yere bıraktı. Sular üstünden çekildi. Ana ellerini birbirine çırpıyor karanlıkta kuyudan çıkanı görmeye çalışıyordu. Zayıf cılız bir çocuktu bu. Ana el çırpmayı bırakıp: ‘’Bu benim oğlum değil.’’ Dedi. Bir anlığına herkes sustu kaldı. Koca Hikmet nefes nefese kalmış, köylüler ise korkudan çenelerini düşürmüşlerdi. Cılız çocuk yerde öksürüp, kendine gelmeye çalışıyor, derin derin soluk alıp veriyordu. Köylüler tedirgin biçimde bu çocuğu izliyorlardı. İçlerinden birisi diğer köylülere ‘’Bu çocuk zararsız baksanıza. Bunu alıp götürsün işte.’’ dedi. Diğerleri kafalarını sallayıp, Ana’ya bağırdılar: ‘’Haydi Ana gözün aydın. Bulduk oğlunu. Gidelim!’’. Eliyle sakin olmaları gerektiğini işaret etti Koca. İyice dinlendikten sonra Ana’ya baktı: ‘’İyice bak Ana. Yusuf olabilir bu çocuk.’’ dedi. Ana şaşkınlığını üzerinden atamamış, kızıyordu: ‘’Sen deli misin be? Siz delirdiniz mi be! Ben kendi çocuğumu tanımaz mıyım? Benim çocuğum değil bu! Yusuf’um, neredesin Yusuf’um’’ diye haykırdı göklere. Sesi uzaklara gitti Ana’nın. Evinde uyuyan Baba’nın kulaklarına çarpıp geri döndü. Yerde yatan oğlanın öksürüklerine karıştı. ‘’Benim ana, buradayım.’’ diye bir ses çıktı oğlandan. Köylüler alkışlayıp sevinçlerini belli eden sesler çıkardılar. Ana ağlamaktan birbirine iyice yapışmış gözlerini çırparak baktı yerde yatan oğlana. Kurt ulumaları duyuluyordu bu sıra. Köylüler: ‘’Senin oğlun işte, al da gidelim buradan.’’ Dediler. Koca Hikmet bu sefer köylülere katılıyordu. Ana hiç inanmıyordu onun kendi oğlu olduğuna. Şaşkınlıkla aldı çocuğu kucağına. ‘’Belki karanlıkta tanıyamadım. Tabii ya evde ışık varken tanırım oğlumu.’’ diye düşündü. Köylüler önde, korkuyla ilerliyorlardı. Kurt ulumaları giderek daha yakından geliyordu. Bu yüzden hızlanıyorlardı. Koca Hikmet arkalarında yorgun argın, ayaklarını sürükleyerek yürüyor, Ana ise en arkalarında soğuktan titreyen cılız çocuğa bakıp kendine soruyordu: ‘’Allah Allah! Bu gerçekten benim oğlum mu?’’ Arada bir sesli şekilde ‘’Yusuf?’’ diyor, çocuğun kafa sallamasıyla şaşkınlığı büyüyordu. Sonunda gece karanlığında ormanı geçtiler. Herkes Ana’ya geçmiş olsun deyip, sırtına vurup, evlerine dağıldı. Ana kucağında çocukla girdi evine.
Çocuğu oturttu evin bir köşesine. Çıkan seslerden baba kaldırıp başına baktı. Ana elleri belinde ayakta duruyordu. Çocuğu taşımaktan yorgun düştüğü her halinden belliydi. Odadaki cılız ışık çocuğun suratını aydınlatmaya yetiyordu. Ana hala bu çocuğun Yusuf olduğundan emin değildi. Ama çocuk bu evi yabancı bulmadığından inanmak istedi oğlunun bu olduğuna ve kabullendi onu. Baba çocuğun üstündeki ıslaklıklara bakıp sordu: ‘’Ne o yağmur mu yağdı?’’ Ana’nın birden saçları diken diken oldu. Yazması delindi ve saçları yazmanın arasından çıktı. Elektrik çarpmış gibi bir hali vardı. Yapıştı Baba’nın yakasına: ‘’Oğlun kuyuya düştü kör olasıca! Deli İbo ile geze geze delirdi sonunda! Zor çıkarttım onu! Tutsan elinden, doğru düzgün bir işe alıştırsan olma mı? Şunun haline bak! Tanıyamıyorum onu!’’ Baba yerinden iyice doğrulup oğluna baktı. Önünde duran defteri açıp baktı. Baba duruma yeni yeni uyanıyordu. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Tuttu oğlanın yakasından: ‘’Sen bizi rezil mi edeceksin ele?’’. ‘’Dur!’’ diye bağırdı çocuk. Ana girdi araya: ‘’Bak bak! Korkudan yapıyor böyle.’’ dedi. ‘’Hayır!’’ diye yanıtladı çocuk. ‘’Oturun dinleyin hele!’’ dedi. ‘’Çok karanlıktı, soğuktu, korkunçtu. Bir daha yazmayacağım, bir daha Deli İbo ile takılmayacağım, bir daha saza el sürmeyeceğim…’’ Baba bıraktı çocuğunun yakasını, siniri geçmemişti. Çocuk anasına ve babasına bakıyordu. Çocuk konuşmuyordu ama bu sessizlik evdekileri sakinleştiriyor gibiydi. Çocuk bir süre daha durduktan sonra: ‘’Artık şiir yazmayacağım.’’ dedi. Ana’nın sevinçten gözleri parladı: ‘’Aferin oğluma, aferin yavruma, aferin kuzuma…’’ Baba elini kaldırdı ‘’Şşş! Sessiz. Peki ne yapacaksın?’’. Çocuk duvara doğru baktı. Ana ve Baba’da onun baktığı yere baktı. Çocuk fısıltıyla: ‘’Sessizliği dinleyin.’’ dedi. Bütün aile boş duvara doğru bakıp sessizliğin sesini dinliyordu. Aile bir süre daha böyle durduktan sonra, sessizlik kulaklarını şunu fısıldadı: ‘’Artık öykü yazacağım!’’
Okur Görüşlerine Açık Sayfa