Sarı Lale ve Son İstek…
– Kar mı yağıyor, Meral?
– Evet Annette, kar yağıyor.
– Pencereyi acar mısın? Bu güzel kar havasını solumak istiyorum.
– Açamam Annette, üşütüp hastalanırsın.
– Daha ne kadar hasta olabilirim sence, ömrümün son günlerinden bir kaç saat eksilir diye mi korkuyorsun.
– Of Annette, çok ısrarcısın bugün. Dırdırcı koca karılar gibisin.
– Koca kariyim ben zaten; ölümün eşiğinde bekleyen. Şimdi şu camı açar mısın lütfen?
Bu sefer sesi kırgındı, içime dokundu söyledikleri. Pencere önündeki sarı begonyayı odanın köşesinde duran yuvarlak ceviz masanın üstüne koydum. Ayakucundaki yün battaniyeyi Annette’nin omuzlarına sıkıca sardım. Pencereyi araladım, soğuk havayla birlikte odaya çam ağaçlarının keskin kokusu doldu. Konuşacak lafın darlığını çektiğimi anlamış olmalıydı. Sessizliğimizi Annette bozdu.
– Senin ülkene de kar yağar mı Meral?
– Yağar tabi, tıpkı böyle lapa lapa yağar hem de. Çocukluğumda sanki daha çok yağardı. O zamanlar sıcak tutan giysiler ayakkabılar nerde; elim ayağım morarırdı soğuktan. Yine de doyamazdım karda oynamaya. Annem kulağımdan tutup götürmese eve, açlığım bile gelmezdi aklıma. Kuzineli sobada börek – çörek bir şeyler yapmış olurdu annem. Yanında sıcacık çayla ne güzeldi yemesi… Söylesene Annette, fırsat buldukça hayatını anlatmayı seven sen, neden çocukluğunu hiç anlatmadın bana?
– Anlatacak güzel anılarım yok da o yüzden. Açlık ve sefaletle geçti çocukluğum. İsveç halkı çok fakirdi o zamanlar. Annem tüm gün üç kuruşa çamaşır yıkayan yüzlerce İsveçli kadından biriydi. Haftalığını aldığında beş on patates, biraz da un almaya ancak yeterdi parası. Babam ise maden işçisiydi. İş çıkışları borç defterinin hayli kabarık olduğu meyhanede içer, eve gelir gelmez sızardı. Karnımız hiç bir zaman yeterince tok olmazdı.
İkinci dünya savaşı Avrupa’ya ölüm ve sefalet getirirken biz İsveçlilerin kurtuluşu oldu. İsveç, Almanlara sattığı çelik karşılığı aldığı altınlarla hızla zenginleşti. Ben de savaştan zengin çıkanların arasındaydım. İlk kocamla evlenirken hakkında bildiğim tek şey, zengin bir Alman tüccar olduğuydu. Evliliğimizin ikinci yılında, Berlin’de olduğu bir dönemde, bürosunda ölü bulundu. Yakın arkadaşları Sovyetlere casusluk yaptığı için öldürüldüğünü söylediler. Savaş yılları boyunca zengin Yahudileri yüklü meblağlar karşılığında İsveç’e kaçırdığını ölümünden sonra öğrendim. Tüm servetini bu yolla kazanmış olduğunu da.
Hepsinden tuhaf olanı, benden başka iki karısının ve çocuklarının olduğunu öğrenmemdi. Almanya’da üç çocuğu ve bir karısı vardı. Danimarka’da bir karısı ve bir çocuğu daha. İlginç olmasından ziyade imkânsız olan şeyse, üçümüzle de yasal olarak evliydi. Mahkeme hangimizin mirasta hakkı olduğuna karar vermekte zorlanınca, birbirinden habersiz üç kuma, bulunduğumuz ülkedeki taşınmazlara ve sahip olduklarımıza razı geldik. Sonra… Of nereden açtık bu konuları? Şu an hatırlamak istediğim son şey çocukluğum ve buzdolabı kılıklı Alman kocam. Artık Pencereyi kapatabilirsin Meral. Şimdi müzik dinlemek istiyor ruhum.
Annette’nin antika gramofonuna rast gele bir plak koydum. Eski gramofon cızırdarken odadan çıktım. Mutfakta kimseler yoktu. Kahve makinesine altı ölçek kahve ve altı ölçek su koyup çalıştırdım. Masanın üzerinde bir demet sarı lale vardı, bir not iliştirilmişti ucuna. Doğum günün kutlu olsun Annette yazıyordu. Cümle yarım kalmış gibi duruyordu. Yarım kalmış gibi değil, cümle yarımdı. Ölüm döşeğindeki birine nice yıllara denilemiyordu.
Annette’nin doğum günü için almıştım bu sarı laleleri. İzinli günüm olmasına rağmen bunun için gelmiştim iş yerime. Her zamanki alışkanlıkla gece çalışanların hasta notlarına göz attım. Annette ’ye dün gece yarısından sonra morfin verilmemişti. Kahve kokusu duvarları geçerek A5 bölümünün koridorlarında dolanmaya başlayınca, bu kokuyu çok seviyorum, diyerek girdi mutfağa Lisa. Hem kendine hem bana birer kahve doldurdu. Beni hasta notlarına başını gömmüş görünce;
– Yanlış görmüyorsun, Annette‘ye dün geceden bu yana morfin vermedik. Ağrı kesicilerle idare edebilecek kadar az ağrısı, dedi.
– Peki, neden, iyileşiyor mu?
– İyileşemeyecek kadar hasta olduğunu sende biliyorsun. Ölüm iyiliği deniyor buna. Ölmeden önceki evrede hastaların birçoğu kendini çok iyi hissederler. Üzerlerine bir dinçlik gelir, hatta yüzlerine renk.
– En azından acıları son bulacak, dedim. Gözlerimden süzülen yaslara engel olamamıştım.
– Ben de işe ilk başladığım günlerde senin gibi çok duygusaldım, zamanla alışıyorsun. Ölümler, acı çekenler, seni eskisi kadar üzmüyor. İşini iyi yapmanın dışında bir de onlar için üzülmen gerekmediğini öğreniyorsun.
– Ne yani, zamanla insanların ağrıdan kıvranmalarına, ölmelerine tepkisiz mi kalacağım. Ben asla öyle duygusuz olmamam Lisa.
– Peki, söyler misin bana; çalışmaya başladığından bu yana, şu kapıdan iyileşip çıkan bir hasta gördün mü? Ebetteki görmedin. Göremeyeceksin de… Fakat bu kapıdan ölüsü çıkan hastalar gördün ve görmeye de devam edeceksin. Burası A5 bölümü, hastaların Azrail’i beklediği son durak. Buraya iyileşme umudu olmayan hastalar yollanır. Bu hastaların yakınlarından daha çok Azrail geçer bu koridordan. Bu gerçeği arada kendine hatırlatsan iyi edersin.
Bir sabah birini yatağında ölü bulabilirsin, diğeri kollarında can verebilir. Ölmeyi bekleyen hastalarla çalışmak çelik gibi sinir gerektirir. Kaçı için bu kadar üzülebileceğini sanıyorsun, kaçı için Annette’ye koşturduğun kadar koşturabileceksin? Bedenin dayansa ruhun dayanmaz, ruhun dayansa bedenin. Birinden biri seni yolda bırakır, ya da sen işi bırakırsın. Yanlış meslek seçmişsin küçük hanım, sen bu iş için haddinden fazla hassassın. Hadi şimdi toparla yüzünü gözünü, Annette’nin doğum günü pastasını keselim.
Kollarımdan tutup silkeler gibi sözleriyle aklımı başıma getirmeye çalışmıştı Lisa. Haksız yere azarlanmış bir çocuk kadar mahcup ve üzgün hissettim kendimi, bir şey diyemedim. Lisa tek bir mum yaktı, böğürtlenli pastanın üstüne. Diğer arkadaşlar pasta tabaklarını ve kahve fincanlarını aldılar yanlarına. İyi ki doğdun şarkısını söyleyerek girdik, Annette’nin odasına.
Vazoya koyduğum sarı laleleri yuvarlak ceviz masanın üzerine bıraktım. Begonya saksısını alıp eski yerine, pencerenin önüne koydum. Annette şımarıkça birbirine vurdu ellerini;
– Yaşasın doğum günü pastası! dedi.
– Hem de böğürtlenli en sevdiğinden ve tabii taze kahvemiz de var. Meral senin için demledi, dedi Lisa.
– Meral, neydi bu çiçeklerin Türkçe ismi?
– Lale Annette, biz Türkler bir devre adını vermişiz bu çiçeklerin ve tüm dünyaya bizim sayemizde yayılmışlar.
– Çok güzeller, teşekkür ederim.
– Senden daha güzel değiller. Hadi kes artık şu pastayı, tadına bakmak için sabırsızlanıyoruz.
– Tamam, ama en büyük dilim benim olacak.
Derisi kemiğine yapışmış, damarları belirgin ellerine güç gelmişti. Pastayı tam sekiz dilime ayırdı, hem de hepsini eşit ve ufalamadan. Kendi elleri ile hepimizin tabağına birer dilim böğürtlenli pastadan koydu, hepimizin gözlerinin içine sıcacık ve minnetle bakmayı ihmal etmeden. Pastanın kalan yarısını akşam mesaisinde çalışacaklar için saklamamızı istedi. Neşesi yerindeydi, ya da doğum gününün hatırına öyle görünmeye çalışıyordu. Çalan İspanyolca şarkıda, Lisa ile tango yapamaya çalışan beceriksiz dans özürlüyü oynayan Maria’ya çok güldük. Sanırım hepimiz gülerken bir an unuttuk, yüreğimizi acıtan zorlukları, hastalığı, ölümü…
Arkadaşlar pasta tabaklarını, kahve fincanlarını alıp odadan çıkarken ben de onu yatağına yatırdım.
– Annette, benim eve gitmem lazım. Benden istediğin bir şey var mı? diye sordum.
Türkçe ismiyle;
– Yoğurt çorbası, dedi.
Kendi dilinde tekrarladı:
– Jag vill ha yogurt soppa.
– Yoğurt çorbası mı? Sen nereden biliyorsun o çorbayı?
– Ah siz gençler, aklınız hiçbir zaman olması gereken yerde değil, dedi.
Başucu dolabının üzerinde duran güncesinden bir sayfa açıp bana uzattı. “11 Şubat perşembe, 1999. Meral, evinden getirdiği yemeğini benimle paylaştı” notunu düşmüştü. Çorbanın lezzetine dair harika betimlemeler düzmüştü ayrıca. Üzerinden bir aydan biraz fazla zaman geçmişti.
– Tamam, Annette, eve gider gitmez yapar, yarın işe gelirken getiririm, dedim.
Annette’nin veda etmesini beklemeden odadan koşar adım çıktım. Annette ile hiç bir şekilde vedalaşma istemiyordum.
Eve geldiğimde annem tencereyi ateşe koymuştu. Gelen kokudan yoğurt çorbası pişirdiğini hemen anladım. Annemin mi içine doğmuştu, yoksa Annette’nin mi, karar veremedim. Akşam yemeğinde, tesadüf olmuş, bugün hastalardan biri benden yoğurt çorbası istemişti. Bir tabak ayıralım da yarın götüreyim, dedim.
Annem sefer tasına doldurduğu çorbayı tutuşturdu elime, hasta istemişse yarın beklenmez, yarına kim öle kim öle kim kala. Eylenmeden götür içir bunu, dedi. Yorgun bedenim izin gününde hiç dinlenemedim diye isyan etse de, içimdeki ses çorbayı hastaya yetiştirmem gerektiğini söylüyordu.
Annette’nin yanına vardığımda akşam yemeği tepsisi başucu dolabında hiç dokunulmamış halde duruyordu. Beni görünce, çorbayı yarına bırakmayacağını biliyordum, o sebepten yemedim yemeğimi, dedi. Beni üzmemek için öyle dediğini anlamıştım. Alnından öpmemin sebebinin ateşini kontrol etmek için olduğunu da o anlamıştı. Ateşi yüksekti ve biliyordum ki giderek daha da yükselecekti. Çorbadan bir kaç kaşık dahi içemeyeceğini düşünürken, neredeyse tabağın hepsini keyifle bitirdi. Üstüne biraz da elma suyu içti. Annemin mi bir tas çorbadan kazanacak sevabı vardı, Annette’nin mi aşımızda kısmeti, kestiremedim. Belki her ikisi de…
– Ne denir sizde?
– Ne için? Anlayamadım.
– Hastaya çorba getirene nasıl teşekkür edersiniz?
– Vi säger så; Allah razı olsun, öbür dünyada ağzında bulunsun.
– Allah razi ossun, öbur düya agizinda bulsun.
– Afiyet olsun. Şifa olsun inşallah, diye Türkçe karşılık verdim.
Çok bitkin görünüyordu, yatağını yatar vaziyete getirdim. Işıkta uyuyamadığını bildiğimden lambayı kapattım. Odadan çıkarken, hoşça kal Meral, dedi. Hiç bir zaman bu kadar üzmemişti bana hoşça kal deyişi. Şimdi neden kalbime saplanan bir bıçak kadar sızlatmıştı içimi? Kalakaldım odanın ortasında, neden sonra, hoşça kal Annette, diyebildim, Sırtım ona dönük.
Aslı akşamcıydı, gece yarısı çıkacaktı işten. yol güzergâhımız aynıydı eve birlikte dönmeye ikna etti beni. Benimle konuşacakları varmış. Sanırım o da gündüz Lisa’nın söylediklerinin aynısını farklı bir dille söyleyecekti. Hastalar durmaksızın yardım isteme düğmesine basıyorlardı, sözleşmiş gibi birçoğunun ağrısı vardı. Aslı bir türlü yapmak istediği konuşmaya fırsat bulamadı.
Biraz televizyon izledim. Gazetelere, dergilere göz gezdirdim. Hastaların ilaç dağılımını yaptım. Malzeme odasını düzenledim. Ayaklarımı ve zihnimi nereye sürersem süreyim, sonunda yine Annette’nin odasında buldum kendimi.
Gökyüzünde parlayan dolunaya rağmen odası kuytuda kaldığından karanlıktı. Başucu lambasını yakıp baktım ona. Rüya görüyor olmalıydı, kapalı göz kapaklarının içinde gözleri fırıl fırıl dönüyordu. Arada parmaklarını oynatıyor, sanki elleri bir başka eli tutmaya çalışıyordu. Uyanmasından korktuğumdan söndürdüm lambayı tekrar. Pencere önündeki koltuğa sessizce oturdum.
Annette’yi diğer hastalardan başka seviyordum, çünkü o farklıydı. Ne kadar hasta olursa olsun şikâyet etmez, kendini iyi hissettiği zamanlarda durmadan bir şeyler anlatırdı. Kısacık tanışıklığımız süresinde bana ne çok şey katmıştı. Adını dahi bilmediğim yazarların kitaplarını okumama o vesile olmuştu. İzlemediğim birçok filmi onun tavsiyesiyle görmüştüm. Gramofonundan yükselen klasik batı müziğine ilk başlarda burun kıvırsam da, sonradan sevmiştim. Artık kulağım tanıyordu, Beethoven’i, Vivaldi’yi. Kendini iyi hissettiği günlerde, elleriyle eteklerini sallayarak dans ederdi. Hastalıktan küçüldükçe bollaşan giysilerinin içinde, annesinin elbisesini giymiş şımarık kız çocuklarına benzerdi…
Duvardaki saatin tik takları da olmasa zaman kavramını unutmuştum. Üzerime bir ağırlık çökmüştü, o koltuğa çakılıp kalmıştım adeta. Rüzgâr şiddetini arttırmış olmalıydı, bahçedeki ıhlamur ağacının dalları hızla sallanıyordu.
Aniden sırtıma buz gibi bir elin değip geçtiği hissine kapıldım. Annette’nin başucunda odadaki karanlıktan daha yoğun karanlık bir gölge vardı sanki. Soluğum kesildi, içim ürperdi, korkudan dizlerimin bağı çözüldü. Ani bir hareketle elim Annette’nin başucu lambasına uzandı. Oda aydınlığa kavuştuğunda karanlıkla birlikte o gölge de yok oldu.
Evet, yemin edebilirim ki odadaki karanlıktan daha karanlık bir gölge sızmıştı içeriye. Tam oradaydı, Annette’nin başucunda. Neye benzediği hakkında hiç bir bilgim yoktu. Aslında bir şekli de yoktu. O yalnızca daha yoğun bir karanlıktı ve buz gibi eli sırtımı yalayarak geçmişti az önce. Üşüme hissiyle irkilen ben, şimdi bulgur bulgur terler döküyordum. Odanın içinde gezdirdim korkak bakışlarımı, görünürde bir şey yoktu. Fakat odanın içinde beni rahatsız eden bir şey olduğunu hâlâ hissedebiliyordum. Bir kaç metre ötedeki kapı ulaşılamayacak kadar uzak görünüyordu gözüme. Bacaklarımın canı çekilmişti, ayağa kalkacak gücü kendimde bulamıyordum.
Bağırdım mı, Aslı kendiliğinden mi daldı odaya bilmiyorum.
Gözleri tavana asılı Annette’ye kıvrak bir bakış attı, geri dönüp başını koridora uzatarak bağırdı Aslı:
– Doktora haber verin! Annette’nin kızına da! Acele etsinler! Bir diğeriniz buraya yardıma gelin!
Annette’yi başkasına teslim edip beni oturduğum, daha doğrusu çakıldığım koltuktan kaldırdı. Somalili arkadaşım Aslı, siyah şefkatli elleriyle sırtımı okşaya okşaya beni balkona çıkarttı.
– Ne oldu sana rengin uçmuş, gözlerin kocaman açılmış?
– Bilmiyorum, Annette’nin odasında içimi ürperten bir şey var.
– Korkma, tamam geçti.
– Söylesene Aslı, hissettiğim o yoğun karanlık gölge neydi?
– Muhtemelen…
– Evet, muhtemel ne?
– Sanırım Azrail’di.
– Nasıl yanı, Azrail’in geldiğini anlayabilir miyiz?
– Sanıyorum farklı şekillerde hissettim Azrail’i. Bazı zamanlarda çok uykum geliyor, hatta uyuyup kalıyorum. Bazen aniden sebepsizce ürperiyorum. Kimi zaman da hastalar çok huzursuz oluyorlar, bu geceki gibi. Sen de ölüm döşeğindeki hastanın başında karanlıkta oturmuşsun, olacak şey mi?
– Ne olacak şimdi, ölecek mi Annette?
– Umarım öyle olur. Çok acı çekmeden…
– Aslı, beni Annette’nin odasına götürür müsün? Yanında olmak istiyorum.
– Tamam, ama soğukkanlı olacaksın, söz mü?
– Tamam, elimden geleni yapacağım.
Annette’nin yanı başında, içimden dua ederken ellini tuttum. Aslı, bir pamuk parçasını suya ıslatıp Annette’nin dudaklarını sildi. Hırıltıya dönüşmüştü soluğu. Derin bir nefes aldı, göğsü kalktı ve bıraktı nefesini, göğsü indi geri. Elimi iyice sıktı ve tam o anda odanın penceresi ansızın açıldı.
Gürleyen bir canavarın çığlığını andıran rüzgârın sesi kulaklarımda patladı. Pencere kanadına değen begonya saksısı yere düşüp kırıldı. Odanın içine saçılan saksı toprağı begonyanın köklerini açıkta bıraktı. Rüzgâr, ıhlamur ağacının dallarını daha hızlı salladı. A5 koridorunun önüne destek vererek duvara dayadığımız kapısı hızla çarptı. Malzeme odasında birileri yere bir şey düşürdü, kırdı. Cam kırığı sesi tüm seslerden daha çok ürkütücüydü. Yan odada yatan ağır hasta etine bir şeyler batırıyorlarmış gibi bağırdı. Korku ve üzüntü hissi birbirine karıştı. Hangi duyguyu daha yoğun hissettiğimi kestirmeye çalıştım. Sanırım en çok korkuyordum. Aslı’nın ve diğerlerinin yüzü kireç gibiydi, muhtemelen benim de. Aklıma pencereyi gündüz açtığım geldi. Kendime ve odadakilere cesaret vermek için, gündüz pencereyi açmıştım belli ki iyi kapatamamışım, dedim.
– Annette gitti Meral, dedi Aslı. Korkmuştu, dili damağına dolanıyordu.
– Sıcak, ama hâlâ çok sıcak
– Evet, sıcak ve biliyorsun ki saatler alacak soğuması.
Evet, ne olacak biliyordum ama nasıl gerçekleşiyor bilmiyordum. Bu hayatımın ölüme ilk şahitliğiydi. Ölüm bu kadar anlık bir şey miydi? Bir tek soluk, aldın veremedin, verdin almadım. Nefes yoksa et ve kemikten ibarettik. Hatta adımız bile yok, bir cesettik.
– Aslı, doğmak mı daha zor, ölmek mi?
– Bilmem. Hiç düşünmedim.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa