Rönesans’ın Öykü Anlatıcılığına Etkisi
Bu tartışma konusunda söz sahibi olabilmenin iki adımı vardır. Öncelikle Rönesans’ın ne olduğunu bilmek, ardından öykü anlatıcılığının bize bir şeyler çağrıştırmasına fırsat vermek gerekir.
Rönesans kadar geniş kapsamlı bir dönem için elbette söylenecek çok şey bulunabilir. Birkaç kaynak taramasının ardından tartışma konumuzu belli bir çizgiye taşıyacak bazı bilgilerle karşılaştım. Örneğin Gombrich, “Sanatın Öyküsü” adlı yapıtında, Rönesans’ın yayılışını anlatırken, bu dönemde ortaya atılmış olan “perspektif (görünge)” fikrine oldukça sık değinmiştir.
Görünge, bakış açısı demektir. Elbette ki bunun mimariyle ya da resimle ilgili bir kavram olduğunu anlamak zor değil ama üzerine biraz düşünüldüğünde fark ediliyor ki, görünge, sadece üç boyutlu yapılar elde etmeye yaramıyordu. Görüngenin, kişinin imgelem gücüne uygulanabilir olduğunun anlaşılması, başka sanatlara yansıyacak ve ortaya farklı bakış açılarıyla ele alınmış edebiyat ürünleri ortaya çıkacaktı. Düşünceme göre Rönesans’ın öyküye de öykü anlatıcısına da ilk ve en önemli etkisi buydu.
Rönesans’ı yıllardan beri kulaklarımızda öylece dalgalandırdık. İnsanlar genelde kendilerine anlatılanı efsaneleştirmeye meraklıdır. Rönesans bize anlatıldıkça ve tarihselleştikçe gerçeklik algısını biraz biraz yitirmeye başladı. Örneğin dünyanın ünlü betizleri arasında neredeyse ilk sıraya konulan Mona Lisa tablosuna baktığımızda, onu gerçek bir insanın çizmiş olduğuna inanmak, bizim için sanki biraz daha güçleşti. Bu durum, Rönesans’ın, bir bilimsel gerçeklik denli açık biçimde araştırılmasını zorlaştırıyor. Bunun için de Rönesans’a ait nesnel bilgilere yorum katarak ilerlemek kaçınılmaz oluyor.
Biraz evvel bahsettiğim “görüngenin öyküye yansıması” meselesini günümüzün ünlü bir masal anlatıcısı olan Judith Malika Liberman’ın bir konuşmasında verdiği örnekler üzerinden biraz açmak istiyorum. Liberman, bize öyküleştirmenin ne olduğundan bahsederken aslında günlük yaşamda hepimizin bunu yaptığını söylüyor. Evden çıkıp işe gidene kadar yolda gördüğümüz, duyduğumuz, kokusunu aldığımız her şey, sonrasında, iş yerinde yaşadıklarımız, ve işten dönerken hissetmeye devam ettiğimiz her şey ama her şey bir bütün oluşturuyor. Bu yaşanılan veya yaşanılmış varsayılanların tümünün başkasına anlatılmasına öyküleştirme deniyor. Yani hepimiz birer öykü anlatıcısı oluveriyoruz, yaşamın durmak bilmeyen kan dolaşımı içinde sürüklenirken. Bakış açısı, yaşarken değil, anlatırken ortaya çıkıyor.
Bu arada Judith Malika Liberman, Türkiye’de yaşıyor. Türkiye’nin geçmişinde masal anlatıcılığının zaten yer aldığını ve kendisinin unutulan bir değeri yeniden yaşattığını söylüyor.
Öykü anlatıcılığı, içten ve sıcak tavırlı toplumların yaşayabileceği bir gelenektir. Birbirinden uzak yaşamaya alışkın toplumlar, masal anlatıcılığını da öykü anlatıcılığını da ancak sonradan edinebilir. Çünkü öykü anlatıcısının dinleyen kişilere ve bu kişileri bir araya toplayabileceği küçük samimi alanlara ihtiyacı vardır. Rönesans’ın ve Rönesans insanının özellikleri göz önünde bulundurulduğu zaman, bir baskının yeni yeni kalktığı bir dönemin sanatından söz ederken, aynı samimi ortamın sağlanabilmiş olduğunu düşünmek mümkün. O hâlde Rönesans’ın öykü ve öykü anlatıcısına bir etkisi de baskıların ortadan kalkmış olmasının verdiği rehavettir, diyebiliriz. Bunu bizim Lale Devri’mizde yaşanılan rehavetin getirdiği eğlence hayatına benzetebiliriz.
Kısacası Rönesans, gerek görüngenin keşfedilmesi gerekse baskıların ortadan kalkmaya başladığı bir dönem olması nedeniyle öykü anlatıcılığına birtakım olumlu etkiler sağlamıştır. Bu dönemde sanatçılar var olanı yinelemeyi ve başka toplumlardan sanat ödünç almayı bırakmış, daha özgün bir birikimin ilk adımları atılmıştır.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa