Paris’te Bir Türk
Ahmet Mithat Efendi, Osmanlının sonlarına doğru, döneme uygun olarak yaşanan değişimlerin izlerini, yapıtlarının içeriğinde ve türlerinde çokça gördüğümüz bir Türk yazarı.
Çevirilerinin yanı sıra roman, öykü, tiyatro, gezi yazıları, anı, eleştiri, deneme diye sürüp giden, yazının hemen her türünde yapıtları kalıt bırakan Ahmet Mithat Efendi, çalışkanlığı nedeniyle “yazı makinası”; çevresine olan katkısından dolayı “ilk öğretmen” sıfatlarıyla anılan, yurdunu yurttaşını önceleyen, bilgiyi paylaşmayı, tutkudan öte bir hayat biçimi olarak yaşayan bir Türk Aydını.
Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na bağlı olarak işleyen Türk Dil Kurumunun, “Yeni Türk Edebiyatı Kaynak Metinleri” başlığı altında yayımladığı “Tıpkıbasım” betikleri arasında, Ahmet Mithat Efendi yapıtları da var. Onlardan biri “Paris’te Bir Türk” adlı roman.
Ahmet Mithat Efendi’nin, Paris’te Bir Türk adlı, altı yüz sayfaya sığdırılmış romanı, beş bölüm içeriyor. İlk bölümde, “Esnâ-yı Rahta” adı altında yazılmış, on yedi babta toplanmış öykü yeralıyor. “Paris’te Bir Kış”, romanın ikinci bölümünü oluşturuyor. Bu bölümde ilk bölümde olduğu gibi öyküleme, on yedi bapta tamamlanmış. Romanın üçüncü bölümü on altı bap, “Mevsim-i Bahar”. “Mevsim-i Sayf” on sekiz bap. Son bölüm “Avdet”, on bap.
PARİS'TE BİR TÜRK'den...
“Efendim! Henüz gençken bir gün çıkan hocamın önünde aşinalardan bir zatı medhetmekteydim. Ama metheylediğim zat gerçekten methe sezâvâr idi. Irzlı idi, edepli idi. Afif idi, emin idi. Lâkin henüz çocuk bulunmaklığım hasebiyle methde biraz mübâlaya varmışım. Yüzüme baktı baktı ve bir garip tebessüm ile bana dedi ki: “oğlum senin medhettiğin kadar mükemmel bir adamı çeşm-i cihan görmemiş olduğunu dava etsem haksız çıkmam. Zira insanoğlu bu kadar mükemmel değildir. Olamaz.
Mükemmeliyetin bu derecesi Allah’a mahsustur. Evet. İnsan da hafif olur. Ama bir dereceye kadar. İnsan da emin olur. Hep bir dereceye kadar. O dereceyi aşınca iffet de gider, emniyetle gider. Bir memur afif olur da beş, on kuruşları irtikap etmez. Çünkü onun iffetinin derecesi daha büyüktür. Lâkin bu miktarın beş, on katı iffetin derecesine dahi tefevvuk edeceğinden o zaman o adamda iffet kalmaz. Hırsız olur. Hem de nasıl hırsız? Beş, on bin kuruş çalan küçük hırsızlardan değil, beş, on bin lira çalan büyüyecek hırsızlardan olur. Bir adam görsen ki pek mazlumdur. Bilmiş ol ki, o adam zalim olmağa muktedir olamadığı için mazlum görünür. Eline iktidar-ı küllî ver de o zaman bak ne kadar zulmeder. Kezalik bir adam görsen ki erbâb-ı kanaattendir. Fakrı ihtiyar eylemiş. Ona mal ver de bak ne müsrif, ne sefih bir adam çıkar. İşte insan kısmı böyledir. En garibi şunda ki insanın hasenatı böyle mahdut olduğu hâlde, seyyiatı asla mahdut değildir. Önü açıktır. Meselâ on kuruş çalan bir hırsız hiçbir vakitte benim sirkatimin derecesi bu kadardır. Bundan ziyade bir şey çalmam diye bu seyyieye hudut kesmez. Onun on katını, yüz katını, bin katını ve ilâ âhirihi bütün âlemin servetini çalabilir. Binanaleyh hiçbir kimsenin hâl-i hâzırına ehemmiyet verme. Vukuata tâbi ol.”
S.412
“Bir zaman Nasrettin Efendi’yi bir dehrî ile imtihana sevk etmişler. Dehrî bir elinin parmaklarını aşağıya sallandırmaktan ibaret bir işaret etmiş. Hoca dahi parmaklarını yukarıya kaldırmak suretiyle avucunu açmaktan ibaret bir cevap vermiş. Dehrî bu cevabı sevap olmak üzere kabul eylemiş. Saniyen dehrî yere bir daha çizmiş. Hoca dahi dairenin kutnunu tayin edercesine ortasından bir hat çekip bu cevabı dehrîye kabul ettirmiştir. Salisen dehrî koynundan bir parça peynir çıkarıp göstermiş. Hoca dahi koynundan bir hazır lop yumurta çıkarıp gösterince dehrî “Elhak güzel cevap verdi. Ne sordumsa cevaptan âciz kalmadı. Ben mağlup oldum.” demiş. Sonra vaktin padişahı mı nesi ise hâsılı en büyüğü dehrîyi çağırıp, “Sen Hoca’dan ne sordun? O sana ne cevap verdi? diye sual eyledikte dehrî: “Efendim ben ona dedim ki gökten yağmur yağar bunun milyonlarca kataratını hesaptan âciziz. Allah’ın bu kudreti ne kudrettir, buna vâkıf mısın? O bana cevap verdi ki: O yağmur sebebiyle yerden dahi bu kadar nebatat biter. Çiçeklerinin elvanını bile ta’data iktidarın yoktur. Sonra ben ona sordum ki: Ufk-u âlem bir daire olduğunu bilir misin? O bana cevap verdi ki: Hatta hatt-ı istivâ bu ufkun kutrudur. Nihayet ben ona dedim ki: Şu peynir süt iken bunun yağı neresindedeydi, peyniri neresinde? O bana cevap verdi ki: Şu yumurta bir tavuk olacak? El-hâletü hâzihi bunun kemikleri neresinde, tüyleri neresinde? demiş.
Hâlbuki emîr-i merkum: “Dehrî sana ne dedi, sen ona ne cevap verdin? diye Hoca Nasrettin’den sual eyledik de, hoca birinci suali pek müstehcen bir yolda tasvir eyledikten sonra ikinci, üçüncü sualler için dahi “Efendim bana sordu ki: Şöyle bir kül poğaçası olsa ne yapardın? Ben ona dedim ki: Şöylece orta yerinden keser yarısını sana verirdim. Sonra koynundan peyniri çıkarıp da: Bir poğaça olsa hazır şu peynir ile yerdim dedi. Ben de ona dedim ki: Pek iyi bilmişsin benim de yumurtam var ama iş ekmekte. Habisin karnı açmış. Başka bir davası yokmuş.” Cevabını vermiş.
S.298
Okur Görüşlerine Açık Sayfa