Preloader image
İÇİNDEKİLER

Ötekiler, Onlar da İnsandı…

Cengiz Dağcı
onlar da insandı

Ötekiler, Onlar da İnsandı…

Cengiz Dağcı, doğduğu, büyüdüğü topraklara yalnızca anıları üzerinden ulaşabilen bir yaşam sürdü.

Türk yurdu Kırım’ın Alman ve Rus faşizmi arasındaki bilek güreşine kurban verildiği yıllarda sürüldüğü yurduna bir daha dönemedi.

Sovyetlerin yıkılışından sonra Kırım’a, anayurtlarına dönen soydaşlarının da arasında yoktu.

Dönüşü, ayrılışı denli acılı ama huzurlu oldu.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin olağanüstü çabasıyla öykülerinde özlemle andığı topraklarda, Kırım’da, Kızıltaş’ta sonsuzluğa uğurlandı.

 

ONLAR DA İNSANDI'dan

Ayı Dağ’ın ardındaki kızıllık koyulaşıyor, denize uzanan evlerin nemli damları geceden kurtulmuş, güneşi bekliyorlardı. Her evde, Bekir Ağa’nın evi önündeki gibi bir hazırlık vardı. Her kapıdan, her bahçeden, her sofadan bir ses, bir sesleniş duyuluyor, yokuşlu yolların taşlarında nal sesleri işitiliyor, canlı keçiler meliyor, uyuşuk inekler başlarını kaldırarak uzun uzun böğrüşüyorlardı.

 

Ufuklar allanıp gök ağardıkça insanlar de vaktin yaklaştığını evden eve insandan insana bildirir gibi, daha yüksek, daha hızlı seslerle konuşuyor, güneş doğmadan evlerinden ayrılıp tarlalarına gitmek istiyorlardı. Tepelerde çobanlar hayvanları beklerken, köyün içinde yollar kalabalıklaşıyor, evler gitgide boşalıyordu.

 

Artık gündüz olmuş, hayvanlar başlarını toprağın yeşil otlarına indirmişlerdi. insanlar elleri, kalpleri ve umutlarıyla toprağa eğiliyorlar, Kızıltaş’ın bütün hayatı toprağa sarılıyordu. Yüzlerce seneden beri atalarının, dedelerinin ayaklarıyla açılmış yollarda öylesine kalabalık, öylesine canlı, tecrübeli bir hareket vardı ki! Hepsi de sanki birbirlerini kovalıyor, birbirlerinden daha önce tarlalarına varmak, topraklarına sarılmak istiyorlardı.

 

Köy tezlikle boşalıyor, evler sessizliklere gömülüyordu. Önleri çiçekli sofalarda seksen, doksan yaşında, beyaz başörtülü, nineler, uzun çubuklarını tüttüren ak sakallı dedeler, mesut bahtiyar, tarlalarına giden evlatlarına bakıyorlardı. Sofalara açılan oda kapıları, ardına kadar açık bırakılıyordu; çünkü hırsızlık duyulmamış bir şeydi; evlerin kapısını kitlemek, bahçeleri yüksek duvarlarla çevirmek, bura köylerinde çok ayıp sayılıyordu. Yol üstündeki evlerin açık kapılarından odalarda eşyalar görülüyor, kimseden sır saklanmıyordu. Birinin hali, ötekince belliydi; biri ötekinden şikayetçi değildi. Bereketli yıllarda varlığa seviniyor, Allahın verdiğini şükrediyor, kıtlık olursa dayanıyor, aza kanat etmeyen çoğu bulamaz deyip ayaklarını yorganlarına göre uzatarak yaşıyorlardı.

 

Güneş, Ayıdağ‘ın üstünde gittikçe ağarıyor, Kızıltaş’ı görmek için göğe yükseliyor, senelerdir ısıttığı insanların kışın bu soğuk sabahında sön defa, az da olsa, ısıtmaya çalışıyor.

Az sonra Enver de susuyor. Aşağıda Rus askerlerinin çirkin küfürleri duyuluyor. Küfürlerin üstünde Zemine’nin çığlığı:

– Enverim, göznurum! Ölme Enver’im, ölme, sen benimsin.

Aşağıda ağlaşmalar, feryatlar, kısık vahşi naralar. Birden Rus tüfeklerinin atışa geçişi. Enver’in başı üstünde vızır vızır uçan kurşunlar. Zemine’nin sesi:

– Enverim, sen benimsin!

– Senin değil, bu toprağın.

– Enveeer!

– Bu toprağın.. Dedelerimin kemikleri üstüne benim de kanım aksın. Gidin! Bir gün gelecek, yavrularımız geri dönecek· ler. Şimdi ayaklarımın, dizlerimin olduğu yerde benim bu izle· rim silinecek, gelincik çiçekleri açacak. Benim kanım, kemikle. rim üstünde de gelincikler açacak. Gidin! Bilin ki yavru· (arınız bir gün geri dönecekler, gelinciklere bakıp bizi hatırla· yacaklar. Bu toprağın, bu yurdun kıymetini bizden daha iyi bi­ lecek, onu bizden daha çok sevecekler..

Enver sustu. Aşağıda, çalıların arasında yatan askerler, Enver’in sözlerini çirkin, pis küfürlerle karşıladıktan sonra ateş düellosu başladı. Arasıra tek tük askerler, çalılardan fırlayıp Enver’in bulunduğu duvara doğru koşuyorlardı. Enver hem onlara kurşun sıkıyor, hem de terli alnını koluyla silerek mırıldanıyordu:

– Bekir için.. Yavrum.için.. Kuşkaya için.. Memişin deresi için.. Yurdum için!

Biraz sonra tüfeklerini boşaltmıştı. Tabancasını alarak ahıra atladı. Tetaşlı telaşlı ayak değiştiren, başını sağa sola sa· vuran atını çözdü. Hayvan, yayı çekilmiş ok gibi avluya fırladı, bostanın eteğindeki duvara doğru koşuyordu. ama orasının tehlikeli olduğunu sezdi herhalde ki, birden durdu, kişneyerek döndü, dört nala soldaki üzüm bağlarına daldı.

Atın arkasından eşek çıktı. Başını kaldırmadan koşarak ahırdan bir hayli uzaklaştı, soldaki üzüm bağının ortasında dur­du. Enver’i bekliyormuş gibi kuyruğunu sallaya sallaya başını ahır kapısına doğru çevirdi.

İnek ve keçiler de aynı tarafa kaçıştılar. Az sonra ahırın kapısından beyaz dumanlar çıkıyor, balkonu, evin saçaklarını sarıyordu.

Enver eşikte göründüğü zaman yeşil üniformalı askerler, duvarın üstünde idiler. Önde İvan, arkasında askerler, silahlarını Enver’e doğrultarak duvardan atladılar, Enver’e doğru yü­rüdüler.

Enver, iki eli arkasında İvan’a doğru ilerledi, bostanın ortasında durdu.

İvan bağırdı:

– Kaldır ellerin!!

Enver cevap vermedi.

– Kaldır! Ateş edeceğiz!

Enver gülümsedi, yavaş bir sesle:

– Hayır, İvan! dedi. Hayır! Ben ahırdan ellerimi kaldırmak için çıkmadım, senin önünde diz çökmek için çıkmadım, ölmek için çıktım, toprağıma kapanmak için çıktım. Ben öleceğim, ama sen de öleceksin. Belki bugün değil, ama bir gün mutlaka öleceksin! Hem senin ölümün benimkine de benzemeyecek. Se­ninki bambaşka.. Sen..

Enver, sözünü bitirmeden İvan elini kaldırdı. Gerideki askerlerin tüfeklerinin patlamasıyla Enver’in evinin gürlemesi bir oldu. Şakırtıyla havaya uçuşan camlar, dumanlar, isler ara­sında göklere yükselen alevler, alevleri boğan başka gümbürtüler, Kızıltaş dağlarını sarstı, inletti…

Aşağıda şose kenarında Kızıltaş kadınları yavrularını bağırlarına basmışlar, diz çökmüş, dua ediyorlardı. Erkekler, Enver’in yıkılmış evinden göğe yükselen, yavaş yavaş incelip bir kefen gibi Kızıltaş evlerini saran dumanlara, öz haklarının, şereflerinin kefenine bakar gibi· bakıyorlardı. Sonra onlar da titreyen dudaklarıyla kadınların dualarına katıldılar.

Zemine, Enver”in soğumuş vücudu üstünde haykıra haykıra ağlıyor, çıplak elleriyle soğuk, donmuş toprağı kazmaya, kocasını gömmeye çalışıyordu. Esma, ellerini göğsünde sıkmış, göğe yükselen dumanlara bakıyor, dua ediyordu:

– Tanrım! Sen bize Enver gibi kocalar ver·! Bu yurda, bu millete Enver gibi sağlam, kuvvetli, korkmaz, yılmaz çocuklar doğuralım, diye dua ediyordu.

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız