Preloader image
İÇİNDEKİLER

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi

Ziya Osman Saba
ziya osman saba

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi

Ziya osman Saba, kısa yaşamına sığdırdığı şiirleri ve öyküleriyle adının uzunca yıllar anılmasının yolunu açan başarılı bir Türk şair ve yazarıdır. Yedi Meşaleciler topluluğunun altı şairinden biridir.

 

Sebil ve Güvercinler (İstanbul 1943), Geçen Zaman (İstanbul 1947), Nefes Almak (İstanbul 1957) adlı üç şiir betiği olan Ziya Osman saba’nın iki de öykü betiği var; Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi (İstanbul 1952) ve Değişen İstanbul (İstanbul 1959).

 

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, 1944-1950 yılları arasında yazılmış dokuz öykü içermekte; Değişen İstanbul’da ise 1954-1957 aralığında yazılmış altı öykü yer almaktadır.

 

MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ'nden

 

NEVESER 

 

Şimdi Neveser diyorum ama, onu ilk defa, Feneryolu’na taşındığımız bir bahar, uzun Kalamış iskelesine yanaşmış, yolcularını beklerken gördüğüm gün, burnuna Arap harfleriyle yazılmış ismini -nev ile eser biraz bitişik mi neydi?- Nevasir diye okumuştum. Okuyabilirdim de; ben o zamanlar kaç yaşındaydım, böyle bir cariye, bir halayık, sanki bir Çerkes ismi taşıyan o kaç yaşındaydı?

 

Yeniköy’deki eniştemin Çiftehavuzlar’da oturan teyzesinin, Yerköy’e her misafir gelişinde ilk “nasılsınız?”, “iyisiniz inşallah”lardan sonra, sanki bu sözlerin devamı imişçesine, “Kalamış’la mı geldiniz?” cümlesiyle sorduğu ve benim henüz görmediğim için hayalileştirdiğim Kalamış demek burası, bu, Boğaziçi’ne benzemeyen kıyılar, içinde balıkların oraya buraya gidip geldikleri görünen berrak denizi, meğer ne de uzun iskelesiyle şu koy ve “Kalamış’la mı?” derken herhalde “tahtında müstetir” olarak söylenen vapur da, bu, Boğaziçi vapurlarına benzemeyen, uskurlu değil de yandan çarklı vapurdu.

 

O gün, Neveser’in her yeri, narin teknesinin parlak siyah, karşımdaki davlumbazının güneşle pırıl pırıl yanan, bembeyaz boyası, salonunun, yan kamarasının iki yana intizamla ayrılmış eflatun rengi, püsküllü perdeleri, güvertesinin yeni gerilmiş ak teknesi, al bayrağı, her yeri, her şeyi, tamirden yeni çıktığını belli ediyordu. Kanarya sarısı bacası, gökyüzünün temiz maviliğini, kışın bütün yağmurları, karlarıyla yıkanıp arınmış şu bahar gününü kirletmemek istermiş gibi, -bir güzellik karşısında biz nasıl susarsak- dumanını tutuyordu.

 

Bembeyaz davlumbazın üstüne yelpaze şeklinde açılmış delikler, muntazam şualariyle oraya oyulmuş bir doğan güneş resmiydi de sanki. Sürme iskeleden geçerken, o deliklerden daha iyi gördüğüm kırmızı sülüğen boyalı çarkı, kayıkhanelerdeki gibi serin ve yeşil bir loşluk içinde, hareketsiz, bekliyordu. Girdiğim orta salonun tavanında, yaldızlı süslerinde, püsküllü perdelerinde, geçmiş bir devri hatırlatan o eski zaman zarafeti vardı. Yeni vapurlarınki gibi çifter çifter karşılıklı değil de bütün salonu çepeçevre dolanan, ayrıca ortada da bir kısım bulunan, üzerlerine tertemiz kılıf geçirilmiş kerevetimsi oturma yerlerinin en diptekine iyice gömülerek oturduğum zaman, çok iyi hatırlıyorum, ayaklarım yere değmemişti.

 

O, şimdiki vapurlar gibi, iskelelere ateş alırcasına yanaşıp kalkmıyor, hareket saatinden daha evvel gelip içindekileri İstanbul’a indirmek hizmetini gördüğü şu sahile serpiştirilmiş köşklerden çıkacak yolcularını, o gün bir iş bahanesiyle veya havayı güzel görüp şehre inmeye niyetlenmiş olanları sanki evvelden bilip bir bir bekliyor, kimseyi koşturmuyor, kimseye vapur kaçırtmıyordu.

 

O, şimdiki gibi, etrafa telaş veren zil sesleriyle değil, yolcuların arkası kesildikten sonra, iskele memurunun düdüğünü öttürmesi, çımacının sürme iskeleyi geri alıp halatı geri vermesi, kaptan köprüsü üzerine kondurulmuş o bir çift kameriyenin birinden tatlı bir çıngırak sesi halinde gelecek emirle nihayet çarkların sulara şöyle bir dalıp çıkması, yemyeşil sulara bir daha dalıp çıkmasıyla, her şey kendi marifetlerini göstermek istermiş, çarklar sulara öyle dalıp çıkmak, dümen öyle eda ile kıvrılmak ve o ince burun sedef rengi köpüğünü hâsıl etmek istermiş gibi, harekete geçiyor, artık vazifelerini bitirmiş, düdüğünü öttürüp cebine koymuş iskele memurunun, sürme iskelesini yine geri almış çımacının selametleyici bakışları altında iskeleden ayrılıyor, Moda’ya doğru öyle sessiz süzülüyordu.

 

Moda’dan binen İngilizleri de aldıktan sonra, kâh bir sisli sabah içindeki, kâh tek bulutsuz, çividi bir gök altındaki İstanbul’u bir an evvel gözönüne sermek ister gibi, ağaçları sanki denizi seyretmek üzere eğilmiş Moda burnunu dönüyor, tenha bir sayfiye iskelesinden, yarı yıkık surları hâlâ ayakta bir tarih şehri karşısına çıkıveriyordu. Akşam döndüğümüz zamansa, o burnun bütün gün denizi seyretmekten bıkmamış, denize daha da doyamamış bulduğumuz ağaçları altında şimdi dolaşanlar, çiftler, dadılarıyla çocuklar oluyor, onlar bizi, biz onları seyrediyorduk.

 

Bense Neveser’le İstanbul’a her inip dönüşümde onun her yerinin, her köşesinin zevkine ayrı ayrı varıyordum. Bir sabah, beyaz yağlıboya tavanında güneş vurmuş bir deniz parçasını titrer, ürperir bulduğum alt salonunu bırakamıyor, orada, çocukluğumun yalı tavanlarını anarak, yeşil sularla yıkanan lomboz camlarında bir akvaryum hayal ederek hep tenha bir serinlikte seyahat ediyor, bir başka sabah, orta salonun mustatilleşmiş, perdeli bir penceresi önünde, -uskursuz pupamız denizde hiç sarsıntısız süzülürken- ağırbaşlı yolcuların konuşmalarına kulak misafiri oluyor, çoğu zaman, hep yeni yıkanmış, hep temiz, yine temiz tentelerin gölgelediği güverteye çıkıyor, bayrak direğine en yakın sıralardan başlayıp çarkların bembeyaz köpük ettiği suların, iki yanımdan, o köpük fısıltılarıyla karışık akışını dinliyor, orta sıralarda, bu sefer çarkların denize dalıp çıkışları, makinenin muttarit gürültüsüyle birlikte, istesem, bana bir ninni oluyor, daha uçta, birinci mevki güvertenin, denizin üstüne çıkan bir balkon halinde nihayetlendiği kısmın en ön sırasında ise, artık, incecik burnumuzun denize değivermesiyle suların ikiye bölünüşünün doyum olmaz seyrine dalıyordum.

 

Ve bütün Neveser, suların yalnız bir kısmını, burundan başlayıp ortasına, oradan dümene, arkasında bıraktığı dümen suyuna kadar bir duru mavi dalga, bir beyaz köpük cümbüşü haline getirip ama yalnız kendinin beğenip çizdiği bir huduttan dışarı çıkmayarak, fazla fazla o hudut dışına köpük damlaları serpip öteleri dümdüz, kırışıksız bırakarak Marmara’da yol alıyor, Mühürdar’ın köşkleri, koca Haydarpaşa Garı, derken Selimiye Kışlası, Harem, Salacık sırtları, bayrak direğinin alemi pırıl pırıl, beyazî Kızkulesi önünden geçiyordu.

 

Bir sabah Moda burnunu dönünce eski aşinalarım Hamidiye’yi, Mecidiye’yi, Berk-i Satvet, Peyk-i Şevket ile beraber, Cumhuriyet’in ilanından sonra tekrar tamir edilmiş, Haydarpaşa önlerine demirlemiş buluyordum. Ben, çocukluk hatıralarıma karışmış o kruvazörlerin Birinci Dünya Harbi sıralarında, Karadeniz’deki bir akın dönüşü Dolmabahçe Sarayı önünden geçerlerken, zamanın padişahını kara yağız bordalarından birden fışkırıvermiş salvolarla selamlayışlarını düşünürken hepsi deniz meraklısı İngilizlerden kalkıp donanmayı yakından seyredenler, aralarında İngilizce konuşanlar oluyordu.

 

Bir sabah Moda burnunu dönünce, İstanbul limanına dostluk ziyaretleri yapmaya yeni yeni başlamış yabancı harp gemilerinden biriyle karşılaşıyorduk. Bir sabah orta salonun aynalarında her zamanki yüzüm, başımda bir mektep kasketiyle görünüyor, şapka kanunu çıkmış oluyordu. Aylar geçiyor, bir gün vapurumun burnuna adını – artık her türlü yanlış okumayı önleyerekten- latin harfleriyle yazıyorlar ve yeni NEVESER yine eski nisan sabahlarına benzer bir nisan sabahı, yine eski haziran öğlelerini andıran bir haziran öğlesi, yine eski eylül akşamlarından farksız durgun bir eylül akşamı beni Kalamış’tan Köprü’ye, Köprü’den Kalamış’a götürüp getirmekte yine eskisi gibi devam ediyordu.

 

Neveser, kâh sevinçli bir imtihan dönüşümün vapuru olmuş, Sarayburnu’nu dolanıp sanki daha şevkle Marmara’ya açılıyor, Neveser kâh mektep tatili günlerimin beni, yeni çıkmış bir kitabı Babıâli’den veya senesi tamamlanıp cilde verilmiş bir mecmua koleksiyonunun mücellitten -acaba güzel ciltlenmiş mi? Cilt istediğim gibi olmuş mu?- almak için İstanbul’a indiren vapur oluyordu. Kışın onun güvertesinin tentesini kaldırıyorlar, “bu lodosta acaba Kalamış’a vapur işler mi?” diye şüphe ile Köprü’ye indiğim bir akşamüstü kaptan Neveser’ini hareket ettiriyor, ben güvertede paltoma sarılmış, şimdi tente kalktığı için o kadar iyi görünen bacasından, bulutlu gökyüzüne artık salıvermeye çekinmediği dumanların boğum boğum fışkırışını, sonra gür bir saç demeti halinde uzayıp rüzgârla dağılışını seyrediyordum.

 

Üzerine hücum eden dalgaları her yenişinde vapurumuz bacasını gururla kaldırıyordu. Böyle lodos fırtınalarında Kalamış iskelesinin ucuna değil de yanına yanaşıyorduk. Çımacımız kolumuza girerek iskeleye, şu “sâhil-i selâmet”e ayak basmamıza yardım ediyordu. Poyraz fırtınalarında bu sefer karadan esen rüzgârın şiddetiyle suların, iskelenin bir babasına takabildiğimiz halatı koparttığı oluyordu. Fırtınasız, yağışsız, ama yine soğuk kış günlerinde Moda’dan binen İngilizler salona girmiyor, güvertede sert adımlarla bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlar, aşağı salondaki bizlerden yaşlılar, tepelerinde bu gidip gelen toktoklardan sinirlenerek lâhavle çekiyorlardı.

 

Derken bir gün tesadüfen elime geçen bir eski deniz salnamesinde vapurumuzun gençlik resmine, İstanbul’a ilk geldiği zamanlarda denizi hep o incecik burnuyla şimdikinden çok fazla -çocukken yaptığım gemi resimlerinin burunlarında mübalâğa ile kabarttığım sular gibi- ta isminin hizalarına kadar köpüklendirip dalgalar üzerinde adeta bir fıta gibi sekerken çekilmiş bir fotoğrafına rastlıyor, kenarları dilimli o zamanki tentesiyle meğer onun bir zamanlar ne şirin, ne acar şey olduğunu daha iyi anlıyordum. Zaten isminden de belli değil miydi? O, bir zamanlar sahiden “nev”, sahiden yeni olmamış mıydı? O fotoğrafın çekildiği günden beri günler, aylar, yıllar geçmişti besbelli!

 

Daha günler, aylar, yıllar geçiyor, Neveser’in benim tanıyabildiğim kardeşlerinden “Fenerbahçe”, “Haydarpaşa” çürüğe çıkarılıyor, Neveser onlardan daha dayanıklı çıkıyor, Neveser yine çalışıyor, Marmara’da bayrağını yine dalgalandırıyordu. O zamanlar başka vapurların da güvertelerini örten tenteler kaldırılmaya başlanıp şimdiki tahta tavanlar yeni yeni yapılıyor, gittikçe artan yolculara kışın salonlar yetmediğinden, bacaların etrafı kapatılıp eski güverteler cigara dumanına boğuluyor ama, Neveser’e kimse ilişmiyor, Neveser, Marmara’nın rüzgârıyla yine tentesini çırpındırıyordu.

 

Neveser’in kaptanı, biletçisi, tayfaları, yolcuları değişiyor, her akşam önünden geçtiğimiz Moda burnunda gezinen çiftler, dadılarıyla dolaşan çocuklar, yine eski sevgililer, yine eski dadılar, eski çocuklar olarak kalıyorlar mıydı, bilmem. Onları hep uzaktan seyrettiğim için bir rol değişiminin farkında olamıyordum ama, Kalamış iskelesinde görüyordum ki, yolcuları karşılamaya gelenler değişiyor, daha dünkü sevgili bir akşamüstü bir çocuk arabasıyla çıkageliyor, dünkü çocuklar delikanlılaşıyor, koyun gediklisi sandalcılar her yaz biraz daha ihtiyarlamış oluyor, o koyda yeni yeni yapılan köşklere yeni yeni ev sahipleri, kiracılar, yeni yeni evliler yerleşiyor, eksikliklerini nedense geç fark ettiğimiz eksilenlerden çok yeniler geliyor, Neveser artık talebelik günlerimin vapuru olmaktan çıkmış, beni artık işime götürüp getiriyor,

 

Neveser artık eksilenlerin arasına karışmış anneannemin “vapurda üşürsün” diye elime zorla verdiği, kolumda bir pardösü ile bindiğim vapur olmaktan çıkıp artık tasarruf maksadıyla ikinci mevki bileti alarak bindiğim, ama bu sefer de ikinci mevki yolcularına mahsus, burundaki o güvertesinin zevkini çıkardığım, halden anlar vapur oluyor, şehrin Anadolu yakasıyla ilişiğim kesildikten sonra, sıcak yaz günleri, boğucu cigara dumanları içindeki iş masamın başında Neveser artık iskelelere halat atışını, bir gıcırtıyla yanaşışını, iskele sürülüşünü, iskele alınışını hayalen yaşadığım, şu daireden, şu işten, şu zalim insanlardan kurtulup kendimi içine atabilsem, iyi oluvereceğimi sandığım, şu telefona sarılıp: “Neveser bu akşam saat kaçta, hangi iskeleden kalkacak?” diye sormak istediğim hasretini çektiğim, hayaliyle avunduğum vapur oluyordu, Neveser nihayet arada sırada bir tatil günü kavuşup binebildiğimde beni artık bir hatıralar sahiline, tamir edilmiş, çımacısı değişmiş, o da çok ihtiyarlamış: olacağı için daha doğrusu değiştirilmiş bir Kalamış iskelesine bırakıp uzaklaşan vapur oluyordu.

 

Neveser artık günün çoğu zamanını limanda bir şamandıraya bağlı geçirip sabah akşam şöyle birer sefer yapabiliyor, bazen bütün bi kış Haliç’te kalıp yazları daha fazla vapura ihtiyaç görüldüğünden olacak, tekrar vazifeye başlıyor, başka vapurların arkalarında lüks mevkiler ayrıldığı halde o yine bütün üst kat birinci, alt kat ikinci mevki olarak eski güverteleriyle kalıyor, hatta ilk ve sonbaharlar o güvertelerde ki kanapeler bir kenara üst üste yığılıp Adalar’a yük seferleri bile yaptığı oluyordu. Bir yandan Avrupa’ya vapur ısmarlanıyor, Avrupa’dan yeni vapurlar geliyor, yeni vapurlara yeni yeni isimler veriliyor, ama, o yine Neveser olarak işliyordu.

 

Son defa Hollanda’dan gelen vapurlardan birine de onun kardeşlerinden birinin, “Haydarpaşa”sının ismini verdiler. Neveser bütün eski yoldaşlarına, bütün bu yeni yoldaşlarına, her raslayışta yol vererek bu yaz da Marmara’nın rüzgârıyla güvertelerinin tentelerini çırpındırdı, bayrağını dalgalandırdı. Bu yaz da Neveser’e, öleceğini anladığımız sevgili bir hasta ile, son görüşlerimizin biri olduğunu bile bile konuşmalarımız gibi, bu yaz da bir iki kere olsun, iş dönüşü binebildim.

 

O artık Köprü’den isteksiz isteksiz ayrılıyor, Sarayburnu’nu dolandıktan sonra, Hayırsız Adalar’ın arkasından doğru yaklaşan akşam içinde artık kaybolmak, artık tatlı bir sonla yok oluvermek ister gibi, önce Marmara’ya burnunu çeviriyor, fakat kaptan onu yine Moda’sına yanaştırıyor, o artık iskelelere “bırakın da şuracıkta biraz daha dinleneyim” demek ister gibi yaslanıyor, yanaştığı iskelelerden güç bela, sanki dürtülmekle ayrılıyor, Neveser öylesine yorgun argın çalışıyordu.

 

Bu yaz da kaç kere, başka vapurlardan, Neveser’in artık bir yana yatmış, yana yattığı tarafın davlumbazlarının yelpazemsi deliklerinden sular taşırarak, burnunun ucundaki köpük iyiden iyiye azalmış, sefer ettiğini içim burkularak seyrettim. Bindiğim vapurlar onu çabucak yakaladılar, birkaç dakika yan yana seyrettiğimiz sırada yolculardan onun eskiliği ile alay edenler, bu kadar yeni vapur geldikten sonra artık seferden alınması lüzumuna işaret edenler oldu. Neveser bize mahzun mahzun bakarak yol verdi.

 

O artık mizah mecmualarına karikatür mevzuu olmaya başlamıştı bile. Onun resmini, ilk gençlik fotoğrafına hiç benzemeyen bir resmini yapıyorlar, Ağrı Dağı’nda Nuh’un gemisini aramaya gelmiş Amerikalılar, onu İstanbul limanında görüp Nuh’un gemisini bulduk, diye seviniyorlardı. O artık gülünçleşmişti. Ona artık “patpat-ı bahrî” diyorlardı. Gazetelerde hakkında röportajlar çıkıyor, Neveser hırıltılı sesler çıkararak hâlâ çalışıyor!” diye yazıyorlardı. Bazen de şehir hâberleri sütununda şöyle bir havadisini verdikleri oluyordu: “Dün akşam, Anadolu postasını yapmakta olan, Denizyollarının emektar Neveser vapurunun makinesi, Kalamış açıklarında arıza yaptığından, yolcular başka vapurla Köprü’ye getirilmişlerdir.”

 

Bir akşam, Bostancı iskelesinden şehre vapurla dönmek istedim. Tarifeye göre vapurun o dakikalarda iskelede olması lazımken görünür de bir şeyler yoktu. Memura sordum: “Allah bilir, beyim,” dedi, “Neveser dönecek, zaten giderken yarım saate yakın bir gecikme ile gitti. Siz yine tramvaya binin.” Oradaki yolcular söylene söylene, tramvaya seğirttiler, ben bile Neveser’i beklemedim. O artık tarife saatlerini karıştıran bir vapur olmuştu.

 

Neveser, tarifede yazılı saatlerini dalgın, bunak bir ihtiyar gibi karıştırdığı o seferleri yapmaktan besbelli affolunacak artık!.. Bir akşam en çok yorgun, insanlardan en çok fenalık görüp Neveser’i en çok özlediğim bir akşam onu yine Köprü’ye yanaşmış, bu son seferlerinin biri de beni son bir defa daha, bu değişmiş, bu hepsi yabancı yolcuları arasında görmek istermiş gibi bekler bulacağım. Eminönü’nden doğru koşa koşa bacasının hizasına geleceğim, o bana bakacak, onunla son defa göz göze geleceğiz, merdivenlerden koşa koşa inip, sürme iskelesini aşınca içi rahatlar gibi olacak.

 

Benim onu unutmadığım gibi, o da beni unutmamış vapura, çocukluğumun, gençliğimin, Feneryolu’nda oturduğumuz zamanların, üşüyüp soğuk almamdan o kadar korkan anneannemin sağ olduğu günlerin, başka devirlerin, başka âlemlerin vapuru Neveser’e son defa bineceğim. Onu elbette eski kaptanı kaldırmayacak, elbette içinde, üzerlerinde dolaşan İngilizlerin ayak seslerinden sinirlenip lâhavle çeken eski yolcuları olmayacak ama, alt salonu bana yine bir akvaryumu düşündürecek, orta salonunda yine eski köşemi, orada ayaklarım yere değmeden oturduğum zamanı bulacağım, salonunun aynalarında saçları ağarmış yüzüm, mektep kasketli yüzüme bakacak.

 

Yukarı güverteye çıkıp, yandan çarklarının, değişmemiş Marmara’daki değişmemiş pat patlarını dinleyeceğim, güvertenin balkon gibi suya eğilen ön kısmına koşup orada oturanlara: “Müsaade eder misiniz?” diyeceğim, orada beş dakika oturup oturmadan aklıma alt, ikinci mevki güvertesi gelecek, yanımdakilerin “niye geldi, niye gidiyor?” diyen bakışları altında aşağıya koşacağım, orada bağdaş kurup oturanlar, yanlarındaki bir torbayı yere indirip “buyur” edecekler. Burnunun yine ikiye böldüğü sular iki yanından yine akacak, tentesinin rüzgârla çırpınışını son defa dinlemiş, bir gün Neveser’e muhakkak son defa binmiş olacağım.

 

Tarifede yazılı saatlerini sorsak, bunak bir ihtiyar gibi karıştırmaya başlayan, tarifelerin intizamını bozan Neveser bir gün muhakkak bu seferleri yapmaktan men olunacak. Bir gün vapurum belki de yeni tamir, makinelerinde son defa vuku bulmuş bir arızanın bir kere daha giderilmesi için girdiğini ümit edeceği Haliç’e, bir daha çıkmamak üzere girmiş olacak.

 

Gazeteler, bu sefer, şehir haberleri sütunlarında “emektar Neveser”in çürüğe çıkarıldığını bildirirlerken o, kendinden evvel oraya girmişlerin, bir zamanların hafif kruvazörü Mecidiye’nin şimdi bacalarının ağzı bağlanmış, bir zamanlar bir beyaz sarayda oturan ak sakallı bir padişahı selamlayan topları sökülmüş, su kesimi yosun tutmuş, hâlâ yattığı o sulara, bir zamanlar Atlantik’i aşmış, iki bacalı, dört direkli Gülcemal’in bacasız, bayraksız, tek direksiz yıllarca yatıp nihayet başka bir milletin bayrağını taşıyan bir römorkörcük yedeğinde, başka bir diyara sökülmek üzere götürülmesiyle boş kalan yere demirleyecek.

 

Belki gazetelerin ilan sütunlarında, çürük olarak satılığa çıkarılmış vapurlar meydanında birkaç kere daha ismi geçecek, ona belki müşteri çıkacak, belki çıkmayacak.

 

Ne olursa olsun, o, artık köprülerin gerisinde, ötelerine geçmesine izin verilmeyen, hatta istese de aşamayacağı besbelli bu çelik duvarlar arkasında, artık boyaları dökülmeye başlamış o bir çift kameriyenin birinden makinelere hareket emri verecek bir “çın çın”ı boş yere bekleyerek, artık eski 8.10’ların, 18.30’ların mânası onca çoktan kaybolmuş, ama yine kâh durgun bir yaz sabahına bürünmüş uzun Kalamış iskelesini, kâh pembe bulutlu bir akşam içindeki Suadiye iskelesini, kaç yıl vakit vakit pat patlarıyla akislendirdiği bütün o kıyıları anmadan edemeyerek, şimdi salonunun yalnız, hiç değişmez bulanık sular gören küflü aynalarında kalabilmiş eski hayalleri her gün biraz daha birbirine karıştırarak, her gün işe yarar bir başka uzvu, bir gün ciğerleri sökülürcesine ta içinden bir makine parçası, bir gün direkçiği, bir başka gün bir fırtına ile devrilip kaza çıkarması ihtimaline karşı bacası alınıp götürülerek, burnunda o eski zaman adını yazan harfler kendiliklerinden birer birer kopup artık adı da hafızalardan silindiği gibi, burnundan da büsbütün silinene kadar, yazların güneşi, kışların yağmurları, karları altında bekleyecek.

 

Bir zamanların genç, dinç, acar Neveser’i, bir zamanlar dilimli tentesini öylesine bir sevinçle çırpındırdığına, burnuyla yarıp köpüklendirdiği suları ta adının hizalarına kadar çıkarttığına bir eski deniz salnamesindeki fotoğrafı şahadet eden vapur, orada, insanların yattığı büyük bir mezarlığa baka baka, insanların kaderine benzeyen bir kaderle, çürüyüp gidecek.

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız