Memleket Hikâyeleri
Osmanlı Devletinin yenilgi üzerine yenilgi aldığı, işgalcilerin İstanbul’a dek ulaştığı, işbirlikçi ayrılıkçıların her gün yeni bir karışıklık yarattığı karanlık günlerden ve çaresiz halkın yaşadıklarından kesitler aktaran Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay’ın, ilk baskısı 1919 yılında yapılmış öykü betiği.
Gerçekliğin, anlatımın özünü oluşturduğu, Yatık Emine, Şeftali Bahçeleri, Koca öküz, Vehbi Efendinin Kuşkusu, Sarı Bal, Şaka, Küs Ömer, Boz Eşek, Yatır, Komşu Namusu, Yılda Bir, Sus Payı, Kuvvete Karşı, Cer Hocası, Garip Hediye, Bir Saldırı, Ayşe’nin Yazgısı ve Garaz başlıkları altında toplanan on sekiz öykü oluşturuyor, Memleket Hikayelerini.
Refik Halit Karay’n Memleket Hikayeleri, Gurbet Hikayeleri ve Çete betikleri gibi daha çok İnkılap Yayınlarınca okurla buluşturuluyor.
MEMLEKET HİKAYELERİ'nden
BİR SALDIRI
Boğaziçi’nin Anadolu kıyısındaki ıssız, bayır ve yarı boş köylerinden birinde huysuz bir kış akşamıydı. Ayrıca yağmur yağıyordu. Fakat rüzgâr öyle ıslak esiyor ve her tarafı öyle sırsıklam ediyordu ki yokuşlardan sürekli seller akıyor ve oluklardan kesintisiz sular boşanıyordu. Bir haftadan beri sürüp giden bu kapanık ve yaş hava altında ahşap evler sünger gibi rutubeti çekmişler, şişip doymuşlardı; artık suları ememiyorlar, dışarıya veriyorlardı.
Yıkık yalılar, şişmiş ve çürümüş cesetler gibi suların keyfine uymuş aşağıda kıyıya vura vura, cansız ve çürük, yalpalar görünürken yukarıda, tepedeki kara ve ufak evler, kargalar gibi simsiyah, sanki bu cesetlerin üzerine inecek zamanı kolluyor ve kayalara konarak, havanın pusu içinde kabarmış, hareketsiz bekleşiyorlardı. Gökte rüzgârın, aşağıda denizin çalkaladığı ve yükseklerde tepelerin indirdiği bu su bolluğu, bu yaşlık içinde köy, gecenin ıslak abasını çekerek şu yalçın kaya dibinde bir serseri gibi çömelip kayıtsız bir uykuya varmıştı; ne ses, ne aydınlık vardı…
Birden, havada karanlığı bir ustura gibi acısız ve belirsiz yaran bir beyaz şimşek parladı, rüzgârın ıslaklığı içinde dumandan bir kol, bir ışıklı sis sütunu, keramet gösteren ışıktan bir asâ gibi uzandı; hemen köyün bir yerinde, içinde, pelte gibi bir şeker parlaklığı ve tutkal yapışkanlığı sezilen tatlı, cilâlı bir güneş açtı; sonra gene karanlık çöktü…
Son vapur, elinde aydınlık sopası ile yolunu arayarak ve bununla karanlıkları kakarak geliyordu. Düdük; yaş gök ve ıslak hava içinde, çürük bir tülbendin yırtılışı gibi yankısız, isteksiz bir hırıltı gibi dağlarda bunaldı.
İskeleye ancak dört yolcu çıkmıştı. Bunlar bir süre aynı sokakta yürüdükten sonra yan yollara saptılar, gözden kayboldular.
Hayrullah Efendi her akşamki gibi, bayırına tek başına tırmanmağa başladı. Aklı İnebolu’ya gönderdiği kereste kayıkları ile motorunda idi; bu fırtınanın kendisine zararlı olabileceğini düşünerek tasalanıyordu, canı sıkılmış bir halde, etrafından habersiz, başı muşambasının kukuletasına gömülü, elindeki elektrik fenerini yoluna yansıta, yansıta ağır ağır çıkıyordu.
Tam fıstığın altına, o dik ve dolambaç yere gelmişti, birden gırtlağına bir elin yapıştığını ve alnına soğuk bir demirin dayandığını duydu, gerilemek istedi, yapamadı, ilerleyeyim dedi, kımıldanamadı; boyun eğmiş, güçsüz, durmağa mecbur oldu, bekledi. Rüzgârın uğultusu içinde boğuk bir ses:
“— Cüzdanını!..”
Diye emretti. Hayrullah Efendi şakağına uzanan tabancaya rağmen canına ilişmek istenilmediğini anlayınca, bu ümitle helecanla:
“— Aman, dedi, peki, vereyim!”
Fakat gırtlağı hâlâ o demir kıskaç içinde sıkışmış olduğundan bu cümlesinin işitilip işitilmediğini anlayamadı; yalnız bir eliyle cüzdanını çıkardı ve ötekine uzattı. Hemen serbest kalmak ve uzaklaşmak istiyordu.
Cüzdanda altı tane yüzlük ve birçok da beşlik banknotlar vardı. Yedi yüz liradan fazla idi. Fakat canından iyi mi idi? Sağlık olsun, gene kazanırdı, tek hayatına ilişmesin de…
Hırsız, karanlığın içinde telâşla, cüzdanını açtı. Hayrullah Efendinin elinden elektrik lâmbasını kapıp bir atkı ile sarılı olan yüzünü göstermemeye çalışarak içini acele acele yokladı. Kâğıtların üzerindeki yüz rakkamı bu keskin ışık altında daha çekici ve daha anlamlı görünüyor, büyür gibi canlı duruyordu. Herif, vahşi sesiyle:
— Kımıldarsan vururum!
Dedi. Eli bir süre, kâğıtların üzerinde örümcek gibi korkunç, kararsız, şaşkın düşünceli dolaştı, dolaştı, parmaklar büküldü, tereddüt eder gibi durdu, sonra yalnız bir tanesini, bir beş liralığı çekti, cüzdanı kapadı ve geri, sahibine, Hayrullah Efendiye uzattı. Şimdi ışık sönmüş ve hırsız yokuştan aşağı çılgın gibi koşarak arkasına bakmadan, kaçmaya başlamıştı.
Hayrullah Efendi korkaktı; fakat hem dinç, hem de çok meraklı, araştırıcı bir adamdı. Şu acemi ve acaip hırsızı, geçirdiği korkuya rağmen, kovalamak isteğine karşı koyamadı, rahat koşmak için kukuletasını indirdi ve daha fazla düşünmeden merakın ve memnunluğun verdiği bir cesaret ve atılımla kaçanın arkasına düştü; yuvarlanır gibi süratle bayırı indi, karaltılar içinde, bastığı yeri görmeyerek, koşuyor, yetişmeye çalışıyordu.
Aşağı inmişti, birden aydınlık bir pencere altında ötekinin hızlı hızlı çarşıya doğru gittiğini gördü, izlendiğinin farkında değildi; artık koşmuyor ve telâş göstermiyordu. O önde, bu arkada çamurlu ve selli sokakları döndüler, döndüler, sonunda iki açık bakkal dükkâniyle bir kahvenin şenlendirdiği aydınlık bir meydanlığa, köyün ufacık çarşısına geldiler.
Hırsız dosdoğru bir bakkala girdi.
Hayrullah Efendi, duvar dibinden sinsi sinsi yürüyerek cama yaklaştı ve eğilip iki turşu kavanozunun arasından içerisine göz attı. Herif atkının ucu ile terlerini siliyordu, beti, benzi uçmuş, hasta yüzlü, traşı uzun, zayıf, acınacak bir adamdı, arkasında asker kaputu bozmasından yarı palto, yarı hırka garip bir elbise vardı. Sık sık soluduğu ve etrafına şaşırmış gibi baktığı dışarıdan bile fark olunuyordu.
Bakkal raftan bir okka ekmek aldı ve ona uzattı; öteki bunu derhal kaptı, bir ucundan koparıp koca bir lokmayı hemen ağzına attı. Bir taraftan yiyor, bir taraftan kâh zeytin çanağını, kâh sucuk halkasını göstere göstere başka şeyler ısmarlıyordu. Bu ne acemi, ne aç, ne zavallı bir hırsızdı. Hayrullah Efendi, yüreğinin ezildiğini duyarak ve kendisini göstermeyerek herifin çıkmasını bekledi.
Rahatlamış gibi telâşsız uzaklaştığı zaman artık arkasından gitmeyi gereksiz buldu, dükkâna girdi:
— Bu çıkan adam kimdir?
Diye sordu. Aldığı cevaptan anladı ki ona bu gece, bayırda, fıstığın dibinde tabanca uzatıp gırtlağına yapışan ve sonra yedi yüz liranın içinden beş lirasını alarak kaçan bir hırsız değil, namuslu bir aç adamdı. Kim bilir ne vicdan azaplarından, ne mücadelelerden ve kaç günün açlığından sonra, her atılımı, her başvuruyu deneyip ümitsiz, eli böğründe kalıp bu saldırıya karar vermişti…
Çünkü mütareke yıllarında bulunuyorlardı; cepheden veya esaretten sıskası çıkmış dönen, hastahaneden tedavisi bitmeden sakat ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice yedek subaylar vardı ki, ne maaş alabiliyorlar, ne iş bulabiliyorlardı. Yıllarca özlemini çekerek, yaşadıkları hudutlardan, evlerine dönünce açlıktan ve yoksulluktan bir tutam mutluluk ve rahata kavuşamamışlardı. Bu öyle bir devir idi ki, yalnız askeri bir felâkete bağlı kalmıyordu; sosyal bakım dan da dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi; koca bir insan soyu, dermansız babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla, özellikle bozulan bir ahlâk ile kavruk, yatkın çürük kalmıştı.
Demin gırtlağına sarılan adam, kendisi burada kârına bakıp işini yoluna koyduğu sıralarda, dört yıl göğsünü; o işin rahatça görülmesine, tâ uzaktan, savaş meydanlarında siper yapmıştı. Zorla aldığı para bir pay, bir hak idi.
* * *
Hayrullah Efendi, ertesi gün bir kayık erzak hazırlattı ve onun evine gönderdi; götüren adam dönüşünde anlatıyordu:
“— Kapıyı bir kadın açtı, “Olamaz bizim efendinin şimdi bunları alacak vakti yok, yanlış getirdiniz!” diyordu. O sırada kocası geldi, “Kim gönderdi?” diye sordu, biz söylemedik fakat anlamış olacak ki, dayatmadı, başını öte yana çevirdi, peki iyi göremedim ama sanırım ağlıyordu!
s.166
Okur Görüşlerine Açık Sayfa