Senin Kimin Kimsen Var mı?
Yaşasaydı diye başlayan tümceler, Sabahattin Ali’nin yazılarına duyulan sevgiyi ve aydın duruşuna saygıyı öne çıkaran saptamalarla biter. Yapıtlarını okuyanların, Türk dilinin arı duru yalınlığıyla buluşmaları, kaçınılmaz olarak onun öykülerini beğenerek anlamalarının da yolunu açtı. Konuları, kurguları denli önemli ve akıcı anlatım güzelliği içeren biçemi, kısacık ömrüne sığdırdığı tüm yapıtlarında öne çıktı.
Yapıtlarını, yaşanmış gerçeklikler üzerinden kurgulayan Sabahattin Ali, 1907-1948 yılları arasında yaşadı. Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali’nin 1937 yılında yayınlanan ilk romanı.
Türk sinemasına uyarlanan romanlar arasında olan Kuyucaklı Yusuf, yönetmen Fevzi Tuna Yorumuyla 1985 yılında, bir Yeşilçam filmi olarak izleyiciyle buluştu.
KUYUCAKLI YUSUF'dan...
Yatağın kenarından başlayıp odanın ortasına kadar yayılan ve orada ufak bir gölcük meydana getiren pıhtılaşmış kanlar bu odada bir takım hadiseler olduğunu söylüyordu. Fakat odaya girenleri dehşet içinde bırakan ne bu bir miktar kan, ne de yorganın altında görünmeden kabaran bu iki vücuttu; onlar sedirin köşesinde diz çöküp oturan ve kendilerine sabit gözlerle bakan küçük bir çocuk görmüşlerdi.
Kaymakam ıslak kalpağını biraz geriye attı, çocuğa doğru yürüdü, bu esnada Doktor da yorganın kenarını kaldırarak ölüleri muayeneye başlamıştı.
Kaymakam sordu: “Sen kimsin oğlum?”
“Ben Yusuf um!”
“Kim Yusuf?”
“Etem Ağa’nın oğlu Yusuf!..”
Kaymakam şaşırmış gibi suallerini kesti. Çocuk ölenlerin oğlu idi.
“Burada ne bekliyorsun?”
Eliyle ölüleri gösterdi: “Nah, bunları bekliyorum!”
“Ne zamandan beri buradasın?”
“Akşamdan beri… Vukuattan sonra candarmaya koştum, haber saldım, sonra yine geldim. Fıkaraları nasıl yalnız bırakayım…”
“Korkmuyor musun?”
“Anamla babam, nesinden korkayım…”
“Vukuat olduğu zaman da burada mıydın?”
“Yanı başımızdaki odadaydım. Anam bağırınca uyandım, koştum geldim ama, imansızlar ben gelene kadar babamı da, anamı da kesmişler.”
“Sana bir şey yapmadılar mı?”
“Biri bana da saldırdı ya, aşağıdan başka biri geldi, öbürünü aldı götürdü.”
“Elinde ne var?”
Çocuk ehemmiyet vermek istemeyen bir tavırla başını salladı ve elini uzattı: “Odaya girdiğimde anam daha canlı idi. Debeleniyordu. Hemen eşkıyanın üstüne atıldım, azıcık boğuştuk, ama anacağızım depreşmez oldu, ben de yakasını bıraktım. Sonradan bir baktım, döğüşürken parmağım kesilmiş. Çok acıdı, çok acıdı ama, şimdi biraz hafifledi…”
İleri doğru uzattığı sağ elinden kanlı paçavralar düştü. Başparmağının kopuk bir et parçası halinde aşağı sallandığını görünce hepsi hayret dolu bir ürperme geçirdiler.
Doktor, ölülerin üstüne yorganı tekrar çekerek çocuğun yanma geldi, kopuk parmağı tamamen kesti ve eli yıkamaya, sarmağa başladı.
Çocuk bu esnada hayret veren bir itidal ve lakaytlık gösteriyor, yalnız ara sıra şiddetle dişlerini sıkıyor ve sapsarı kesiliyordu. Bu dayanılmaz acı hamlelerinden sonra, sanki zaafını göstermiş olmaktan ve siyah gözlerini nemleyen yaşlardan utanmış gibi, soluk ve çok ince dudaklarına bir tebessüm geliyordu.
Yüzüne hayretle bakan Doktora: “Bir şey değil Doktor Bey, bir parmaktan ne çıkar?” dedi.
“Bir şey çıkmaz ama oğlum, sen biraz fazla kan kaybetmişsin!”
Ve Kaymakam’a döndü: “Ayakta nasıl durabildiğine hayret ediyorum.”
Bu esnada Müddeiumumi sordu: “Bizden evvel buraya giren oldu mu?”
Muhtar atıldı: “Ben girdim ama, her şeyi olduğu gibi bıraktım. Geldiğim zaman odayı böyle bulmuştum.”
Müddeiumumi çocuğa döndü: “Bunları sen mi yatağa koydun?”
“A-ah… Zaten yataktalardı. Ben başlarını yastığa getirdim, yorgancağızı üstlerine çektim. Uyusun fıkaracıklar gayri. Ne yapalım?”
Bunları söylerken tavrında bir kalenderlikten ziyade bir irade, birçok büyük ve düşünceli adamları gıptaya sevkedecek bir irade görünüyordu. Çaresiz bir şey için, hem de bu kadar şehirlinin karşısında teessür göstermek herhalde izzetinefsine dokunuyordu.
Kaymakam tekrar sordu: “Senin kimin kimsen var mı?”
“Bunlardan gayri kimsem yoktu!”
Çocuğun bu metaneti orada bulunanların kalbini parçalıyordu. Zaten, bir felakete sükûn ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir. Kuru ve sabit gözlerin arkasında nasıl bir ateşin yandığı; yavaşça kalkıp inen göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için, insan mütemadi bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür… Kaymakam küçük Yusuf’un elinden tuttu, kendine doğru çekti. Gözleri yaşarmış gibiydi. “Gel benimle öyleyse…” dedi.
“Nereye geleyim?”
“Benimle gel… Benim yanımda kal. Ben seni baban gibi severim, olmaz mı?”
“Beni babam gibi sevemezsin ama, geleyim.”
Okur Görüşlerine Açık Sayfa