Preloader image
İÇİNDEKİLER
Title Image

KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ

Hüseyin Rahmi Gürpınar
hüseyin rahmi gürpınar

KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ

Hüseyin Rahmi Gürpınar, bilinen kırk bir romanıyla Türk yazınında kendine özgü biçem oluşturma başarısı gösteren Türk öykücüsüdür. Yapıtlarında, söyleyeceği hemen her sözü yarattığı kişilere söyleten yazarın, konuşma ağırlıklı öykülerinin vaz geçilmez özelliği, tüm olayların gülünç yanıyla aktarılmasıdır.

 

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç adlı betiğin ilk baskısı Mihran matbaasında 1912 yılında basılmıştır.

 

Batıl inançların gölgesinde gezinen, bilgiden çok uydurmaların etkisinde kalan zayıf tinli kişilerin yaşamından ibretlik kesitler aktaran yazar, diğer yapıtlarında olduğu gibi Osmanlı zamanındaki İstanbul halkı üzerinden durum eleştirisi yapar.

 

İstanbul doğumlu Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 – 1944 yıllarıa arasında geçen ömründe, yazdığı tüm yapıtlarının konularını da İstanbul yaşamı içerisinden seçmiştir.

 

“Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, Hüseyin Rahmi’nin pekçok romanında olduğu gibi ikili bir yapılanma sergiler: Bir yanda eski İstanbul mahalle hayatını yansıtan ve temelde mahallenin kadınları arasında geçen konuşmalardan oluşan renkli tablolar, diğer yanda yazarın öykülediği olay. Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, güncelden nasıl ustaca yararlanabileceğine dair renkli bir örnektir.” (Arka Kapak Yazısı)

KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ'dan...

Yine O Deli Kız

 

“Beyefendi
Bendenize göndermiş olduğunuz mektubu yazdığınız günü galiba sabahleyin döşekten sol tarafınızdan kalkmışsınız. O ne dikbaşlıca söylem! O ne karanlık düşünceler! O ne kötümserlik! İşlek kaleminiz şiddetli bir gıcırtı ile Hallac-ı Mansur gibi dünyaları didik didik atmış, bitirmemiş. Bu zavallı arzın, gözleri kederli sakinleri içinde karşıtınız bir kız var diye mi, böyle insafsızca dünyayı yıkmaya yürüdünüz? O kıza karşı bu kadar şiddetle husumette haksızsınız. O zavallının suçu ne? Kendine birden bire gösterilen muhabbeti kabulde ağır davranması mı?

 

Beyefendi bu denli tezce ortaya çıkan duygusal bağlar yine o denli kolayca darmadağın olur. Görmeden beni nasıl sevdiniz? Nemi beğendiniz? Bu hayat bir roman değildir. Bekârlığın, gençliğin zihninize verdiği güşayiş ve arzu-yı hülya ile muhayyileniz senelerden beri bir genç kız sureti icat etmiş. Beni derhâl gönlünüzdeki bu hayâl yerine ikameyle bahtiyarlık tasavvur ediyorsunuz. Aman efendim her hayâlin bu derece suhuletle hakikate inkılabına imkân olaydı dünyada hiç bedbaht
kalmazdı. Yahut o zaman herkes bedbaht olurdu. Çünkü insanlara hakikat kadar da hayâlin lâzım olduğunu henüz yirmisini bulmayan sinn-i hayatımda tecrübe ettim. Hayâlin lezzeti hakikate inkılabında değil o şekl-i ibtidaiyesini daima muhafaza etmesindeymiş.

 

Siz beni şahsen tanımıyorsunuz fakat ben sizi gördüm. Tanıyorum. Beğendiğimi de ilâve edersem büyük bir kabahat işlemiş sayılmam değil mi? Fakat sevişmek hususuna gelince bundan o derece sıkılıyorum, bu cihet nefsime o kadar ağır geliyor ki tarif edemem. Garip belki de mecnunane bir his ilcasıyla hiçbir erkeği sevmeden, gelin olmadan ölmeyi hayat-ı umumiyenin diğer suretle vadettiği lezaiz ve bahtiyarlığa müreccah buluyorum. Beni kendi hâlime bırakınız. Bu itikadıma dokunmayınız. Bu tehlikeli vadide bir erkeğe muhabbet kızıştırmak istemem. Şimdi bu anda gayr-ı ihtiyarî her darbe-i kalemimden sıçrayan şu kelimeler adeta dimağımı yakıyor. Sıkılıyor, mahvoluyorum. Kızlığın ifafet-i samimiyesindeki cehalete hürmet göstermenizi istirham ederim.

 

Mademki maddiyet ve hakikatimi değil, hayâlimi seviyorsunuz, bu muhabbet kalbinizde daima bu şekl-i manevî ve esirîde kalsın. Onu lezaiz-i amiyâneye takrip edecek adiliklerden daima kaçınız. Bu şartla hatıranızı gönlümde müebbeden hürmetle muhafaza edeceğime söz veriyorum. Bana müellem gelen bu bahsi artık kapayalım.

 

Haley tehlikesine dair dehşetaver beyanat ve iddialarınıza gelince, bunlara meyus olmak şöyle dursun güle güle bayıldım. Hayatın atisi hakkında genç kızlara yes ve kasvet verecek çok şeyler işitiyorum. Ömrün bu zulüm ve taaddi ve sefaletlerini görmedense şebabın muğfil ilk neşe ve lezzetleri içinde şu dünyadan çekilip gitmek daha bahtiyarlık değil midir?

 

Evet beyefendi ölümden korkarım. Onun pek mahuf bir şekl-i avamiyesi vardır. İşte ondan ödüm kopar. O can çekişmeler, o son nefes, meyyitin rahat döşeğindeki baştan ayaklarına kadar örtülü o vaziyet-i camdanesi sonra o hazırlıklar… Camiden gelen o koca kazan, sacayak… O bahçenin ortasına çatılarak tüten ocak. Şekillerindeki kasveti hiçbir şeye benzetemediğim o teneşir, tabut. O toprak kaplar, lifler, pamuklar, aselbent, öd ağacı kokuları, ölü yıkayıcılar. O cemaat-i hüzn-i intima, o tezkiyeler, dualar, o feryatlar, o ahlar. Bu gamefza hazırlıklardan sonra sekiz on adımda bir değişen dört kişinin dûş-i dindaranesine binerek taze kazılmış o siyah çukurun başına kadar isâl edilmek. Daha sonra o cemaatin inzar-ı hüzün ve ibreti önünde iplerle bu hufre-i ahirete indirilerek bütün seni sevenler tarafından çürümeye terk olunmak…

 

Haley’in kefen-i gisusunu bütün bu mahlûkat-ı faniyenin üzerine çekivermek lütufkârlığında bulunursa hepimizi bu haşiyetlerden, dehşetlerden, mezarcı kazma küreğiyle gömülmek zillet-i mahufesinden kurtarmış olacak. Ben fikir ve muhakemedeki insanlar, korkmak değil, belki bundan memnun olurlar. Bir cürm-i semavînin damen-i nuranisiyle nevm-i ebedîye davet olunmak saadetine, bu melekâne ölüme sevinirler. Fakat miyanemizde böyle ulvî bir mevtle sevinmek ihtiramına şayan bir sevapkâr göremiyorum. Hep mevt-i adi ile bitip hendekmakar olmak tıynetinde, cümleten bu arzuda bir alay humekadan başka bir şey değiliz…

 

İşte görüyorsunuz ki beni Haley’in tesadüf-i dünbalesinden melhuz tehlikeyle korkutmak beyhudedir. Bu tehlike heyetşinasanın ihtimâl suretinde bahsettikleri bir latife-i fennîye addolunabilir. Kudret-i tefekküre malik bulunsaydık ne ciddî tehlikelerin taht-ı tehdidinde olduğumuzu bilerek onları düşünmeyip de Haley’den tehaşinin ne kadar manasız olduğunu anlardık…

 

İlk mektuplarımda size Haley’den korkuyorum dedimse kadınlık zaafımı suiistimal ederek olanca şiddet-i kaleminizle beni böyle tehdide yürüyünüz demedim ya! Azizim bendeniz bana karşı serdedilen her iddianın zıttını iltizama mail garip tabiatlı bir kızım. Bu hakikati biliniz de ona göre idare-i kalem ediniz. Çünkü sonra beyhude yorulmuş olursunuz. Bakî istirham-ı teveccühünüz.
İmza:
Yine O Deli Kız”

Ey Bu Dünya Sakinleri!…

 

“Farz ediniz ki bu Dünya hacim bakımından bir portakaldır. Biz de üzerinde gözle görülemeyecek kadar küçük canlılarız. Bu portakalı ya zehirli bir hava içine yahut kızgın bir fırına atıyorlar. Biz, yeryüzündeki bütün bu mahlûklar, temizlemek için aleve tutulan bir pilicin hafif tüylerinden daha çabuk ütüleniriz… Bütün müneccimler, bütün astronomlar, bütün fen adamları rasathaneleriyle alet ve edevatıyla bir saniyede yok olurlar. Ne âlimi kalır, ne cahili, ne zekisi, ne kalın kafalısı… Her zor meselede hem cinslerinin zararına kendi selametlerini temine uğraşan akıllılar da ahmaklarla eşit şekilde yok olurlar. Artık yaltaklanma, riya, iltimas, hile gibi yalan dolan vasıtaları ve servet kuvveti gibi insanların kısmetli kısmına has olan fırsatlar galiba ilk defa olarak hükümsüz kalır… Bütün hayırsever ve büyük insanların, filozofların, sosyalistlerin insanlığın refah ve mutluluğunu temin için hayatları pahasına tesisine uğraştıkları ‘eşitlik’ işte o muazzam saniyede ilk ve son olarak başarı yüzünü göstermiş olur…”

 

“Hanımlar sizin kendinize has bir takım rüya tabirleriniz vardır… Mesela Arap, ateş: tez haberdir. Ölü: dili getirir, dersiniz. İşte bu türden bir çok mana cıkartırsınız. Bu kuyruklu yıldız meselesi ile meşgul olmaya başlayalı asabım biraz yoruldu. Geceleri rahat uyuyamıyor tuhaf tuhaf, sıkıntılı sıkıntılı rüyalar görüyorum. Bu ufak heyecanlanmamdan dolayı beni korkaklıkla, zayıf kalplilikle suçlamayınınız. Avrupa’da, bize sırasına göre hayatı değersiz sayma dersleri veren medeni kıtada bile korkudan intiharlar başlamış olduğunu gazetelerde okuduk. Avrupalıların metinleri, cesurları korkuyla adeta alay ederler. En büyük tehlikeleri hiçe sayarlar. Kutup seyahatleri ve şu son senelerde baloncuların tayyarecilerin gösterdikleri akılalmaz cüretler buna güzel bir misal olabilir. Kutupların ebedi buzları ne kadar kâşiflere kefen oldu. Hareketli tenteli bir tahtaboşa benzeyen tayyarelerinin, başarıyla döneceği şüpheli pervanelerine hayatlarını teslim ederek göklere çıkan kimselerin şu hareketleri en çok hayrete değer cesaret örneklerinden değil midir? Bunlardan kaç tanesi de kazada öldü. Hayatı terk etti. Bu müthiş akıbet diğer meslektaşlarının cesaretlerine katiyen kırmıyor. Bu eksikleri olan, bu tehlikeli hava taşıtlarıyla yine göklere çıkan çıkana…

Bu cesur Avrupalıların içinde bile kuyruklunun ismini işittikçe ittir tir titreyenler bulunduktan sonra benim de şu ufak heyecanlanmamı mazur görürsünüz zannederim. Evet, bu tesiri ile birbiri ardına gördüğüm rüyalar şurada size bilhassa anlatmaya değerdir. Bakalım bunları nasıl tabir edeceksiniz?”

Her taraftan:

– Hayırdır inşallah… Hayır inşallah… diye hayra çıkmasını dileyen cümleler tekrar tekrar işitildi. Emeti Hanım kendince kısa bir iki dua okuduktan sonra sordu:

– Oğlum bu rüyaları gördüğün gecenin sabahı pencereden gökyüzüne bakıp da üç defa, “bir rüya gördüm maşallah, hayırdır inşallah” dedin mi?

İrfan Bey – Ne yalan söyleyeyim. Böyle dediğimi pek hatırlamıyorum.

Emeti Hanım – Ah şimdiki gençler ah… Ne su içerken besmele çekersiniz… Ne sofradan kalkarken “Ya Rabbi şükür” dersiniz… Bu kadar çene çalmaktan çekinmiyorsunuz da o mübarek iki kelimeyi ağzınıza almaya neden üşeniyorsunuz?… Tevekkeli her şeyden bet bereket kalkmadı. Kulluğumuzu bilmediğimizden türlü belaya uğruyoruz. Hep kendi günahımız… Taksiratımız… Buyrunuz bakalım. İşte kuyruklu geliyor… Şimdi ne yapacağız?

Emeti Hanım’ın bu şikayetine bir çok taraftan iştirak oldu. Birkaç çocuk ağlaması da yatıştırıldıktan sonra İrfan Bey yine başladı:

– Şimdi size anlatacağım şeyler rüyadan ibaretse de bu rüyaları son zamanlarda kuyrukluyıldızlar hakkında okuduğum fen kitaplarının zihnimde bıraktığı bir tür intibalar tesiriyle gördüğümden meydana gelmesini dehşetle beklediğimiz gök hadiselerinin de şu anlattıklarıma yakın bir şekilde geçmesi ihtimalden pek uzak değildir. Fakat her halukârda korkup telaşa düşmemenizi rica ederim… Çünkü bir kuyrukluyıldızın dünyaya çarpması kıyafet kopması demektir. Kıyamet nedir? Nasrettin Hoca’nın, bacı ölürse küçük kıyamet, ben ölürsem büyük kıyamet dediği gibi herkesin ölümü kendi için bir kıyamet demektir. Bundan ötürü hepimiz için sonunda ölüm muhakkak olduğundan Halley’in, bu defaki teması tehlikesinden kurtulmakla ne ölümden ne kıyametten ebediyen kurtulmuş sayılmayacağımıza göre birkaç sene sonra olacak bir hadisenin bugün olması ihtimaline lüzumundan çok korku ve telaş göstermek akla ve mantığa uygun değildir.

Hanımın biri:

– A nasıl korkup telaş etmeyelim evladım! Can cümleden aziz.

İrfan Bey:

– Evet, haklısınız can cümleden azizdir. Fakat buna karşılık bizde bir atasözü daha var: “cümleyle gelen düğün bayramdır” derler.

Diğer bir hanım – Aman böyle bayram eksik olsun…

İrfan Bey:

– Hadisenin önemini akıl ve mantıkla değerlendirebilecek kadar etraflıca incelemiş olanların kalplerinde bir çeşit endişe var. Bunu inkar edemem. Geçen akşam bu merakla birkaç gazete ile bir kitabın bazı sayfalarını gözden geçirdikten sonra döşeğime uzandım. Zihnimde hep o… Halley… Ateşli silahlardan fırlamış gülleleri, kaplumbağa yürüyüşü kadar yavaş bırakacak Feza yırtan bir süratle bize yaklaşıyor. Dalmışım. Fakat rüya âleminde olduğumu tabi bilmiyorum. Her şeyi uyanık zamanımdaki açıklıkla görüyorum. Çamlıca gibi yüksek bir mevkideyim. Bütün İstanbul girişiyle, Haliç’iyle, dağlarıyla, tepeleriyle penceremin hemen kuşbakışı denecek, her şeyi içine alan küçümser bakışı altında… Bahar her tarafa beyaz papatyalarıyla, sarılı pembeli kır çiçekleriyle nakış işlenmiş küçük halılarını sermiş… Ekilmiş tarlalar taze ekinleriyle yemyeşil, dalgalı bir göl halini almış… Yer yer ağaçlar, yeni açılmış yapraklarıyla taptaze… Göz bu cenneti seyirle büyülenirken burun cana can katan ilkbahar kokusunu teneffüs ediyor; kulak, o yeşil, o çiçek açmış mevkilerden gelen kuşların şakımalarıyla coşuyor. Bahar güneşinin serpme altın işlediği parıltılar içindeki o lacivert geniş denizlere baktım. Kendi kendime, “Yâ Rabbi”, dedim, “cennet kılığına bürünmüş bu dünya, bir yıldızın zehirli kuyruğuyla zehirlenecek, bütün bu neşe sönecek, bu güllerin solacak, bu güllerin ebediyen susacak mı? Şimdi bu tabii sahnelerin, dekorların arasındaki yeşil gerdek odalarında gizlenmiş yemin tazelemekle meşgul âşık âşıkalar birbirlerinin vefalı kucağında ebedi uykuya dalıp kalacaklar mı?” O esnada hizmetçim elinde bir demet gazeteyle odaya girdi. Gazeteleri masanın üzerine bıraktı. Zavallının benzi pek uçuk ve elleri titriyordu. Üzüntüsünün sebebini sordum:

“Avrupa’dan gelen haberler pek fenaymış. Her taraf matem halinde. Herkes gazeteleri okuyup birbirlerine açıklamalar yaparak ağlaşıyor,” cevabını verdi.

 

Dışarı çıkmasını işaret ettim. Titreyen elimle gazetenin birine uzandım. Birinci sütun şöyle başlıyordu:

Halley’in göründüğü günden beri yapılan gözlemler ve tayf tahlilleri gayet endişe verici neticeler gösteriyor. Kuyruğu meydana getiren gazlar içinde siyanojenin miktarı tahminden pek fazladır. Siyanojen renksiz, sert kokulu, zehirli öldürücü bir gaz olmakla beraber hava içinde kıpkırmızı bir alevle parlamaya yatkın bulunduğundan dünyaya teması her şekilde tehlikelidir. Dünya atmosferi ile kuyruk gazlarının akışları birbirine karışınca zehirlenmeye vakit kalmadan küremiz bir çırpıda alevler içine gömülecektir. Bu tutuşmayı Doğuracak sebepler pek fazladır.

 

Bugüne kadar yaptığımız işlerde rehberimiz olan iki yüzlülüğü, beyhude tesellileri bırakarak geleceği vakit saniyesi ile bize haber veren ölüme yiğitçe kollarımızı açalım. Ne evlat anasına babasına, ne veliler evladına, ne hiçbir âşık sevgilisine ağlamaya vakit bulamayacak, hep bir anda “künfe-yekûn” olacağız. Bu kadar yiğitlikler, kahramanlıklar ve hayret edilecek deha eserleri gösteren çok gayretli kimseler de, korkaklar, katiller, zalimler, tahripkârlarla beraber mahvolacaklar… Bu milyarlarca dünya sakinlerinin, paha biçilmez güzelliklerin, bunca fen ve sanat hazinelerin matemini tutmak için geride tek canlı kalmayacak. Çekim kanunları, fizik, kimya esaslarını ortaya koyan ve bunca nazariyler keşfeden fen adamlarının hep bu ilerleme arzusuna yaraşır çalışmaları bu feci sona varmak için miydi? Bugün dünyamız şifa bulmaz bir derde tutulmuş bir hasta gibi ölüme mahkûm… En âlim, en fenne hâkim olan, en soylu evladı başı ucunda ümitsizce gözyaşı döküyor… Felaketin ağırlığı, büyüklüğü karşısında insan gücü o kadar küçük o kadar âciz kalıyor ki… Bunu tarif için bir oran, bir ölçü aramak bile çocukluk olur.

 

Ey bu dünyanın seçkin evladı olan âlimler, yazarlar, şairler aklınıza gelen bunca derin fikrin küllerini kıyamet rüzgârı nereye savuracak? Şefkatli anneniz için yazacağınız ağıtı hangi kederlerle terk edeceksiniz? Bu kadar medeniyet eserinin mezarı olan bu yanmış dünyaya, göklerdeki meleklerden birer fatiha hediye etmesini rica için kim bir mezartaşı kitabesi yazacak?…

 

Gazetenin baş sütunları bu yolda ümitsizce, kötümser sözler, hükümlerle dolu… Haber kısmına geçtim dehşetin büsbütün arttı. Şöyle yazıyordu:

 

Dünya’nın karşılaşacağı felaket, uzman kişiler tarafından ilmi bir kesinlikle ispat edildikten sonra genel heyecan son dereceyi buldu. Korkunun şiddetinden intiharlar başladı. Cinnet geçirenlerin adedi inanılmayacak bir kertededir. Mevcut tımarhaneler, sürü sürü getirilen aklını oynatanları almaya yetmediğinden hükümet işlerine tahsis edilmiş büyük binalardan bir birkaçının akıl hastanesine çevrilmesi ilgili makamlarca görüşülüyor. Her devletin parlamentosu halk üzerindeki idare ve babaca korumasını son saate kadar muhafazaya karar vermiştir.

 

Mahkemelere gelen davaların şekilleri mevcut kanunlara uygulanamayacak derecede tuhaflık göstermeleri sebebiyle hâkimler karar vermede büyük zorluklarla karşılaşıyorlar.

 

 

Anarşistler bu genel heyecan ve mateme karşı yalnız korkusuz değil, adeta memnun, neşeli görünüyorlar. Hayatla ölüme sembol olan siyahlı beyazlı bayraklarını açıp ölümü yüceltmek için oluşturdukları marşı tüyler ürpertici bir makamla söyleye söyleye sokakları dolaşıyorlar. İlk mısralar şunlardır:

 

Kuyrukludur hocamız

Kuruluyor loncamız

Haydi tevkif ediniz

Patlayacak bombamız…

 

Bunlara benzer bir çok tafsilat daha okuduktan sonra uyandım. Kendimi döşeğinde kan ter içinde buldum. Bu rüyada gördüklerim zihnimden kaybolmadan hepsini bir kağıda kaydettim.

(s. 46-52)

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız