Çapandaz
Tektipleşen her şeye karşı, öz kimliğiyle yaşama mücadelesi içerisinde olanlar için yeni bir başucu kitabı çıktı: Çapandaz.
Çapandaz, kitabın giriş bölümünde, biri Türkçe, diğeri Farsça iki sözün birleşiminden oluşmuştur, diye tanımlanıyor.
Türkçe çapmak, Türkistan’da, koşmak ve bir şeyi keskin bir şeyle tek hamlede enine kesmek anlamlarını içeriyor.
Farsça endaz ise atmak sözünün karşılığı.
Ortaya çıkan birleşik sözcüğe giydirilen anlam, “at çaptırıp, kelle çapan ve neyze atan atlı kişi” diye yeni bir bilmeceye dönüşüyor, Türkiye Türkçesiyle dillerine sınır çizenler için. Oysa uçsuz bucaksız alanda yerleşik Türkistan Türkleri için Çapandaz, çok bilindik ve duyulduğunda anıları calandıran, yüzlerde umutla karışık sevinç çizgileri oluşturan sevimli bir çağrının sesi. Çünkü onlar için Çapandaz, “at koşturup, kelle yaran ve mızrak atan” oyuncuyu, o da özellikle sonbahar mevsiminde oynanan, yiğitlik, dayanıklılık, hız ve en önemlisi bilgi içeren Oğlak Oyunu, Kökpar, Kökbörü, Buzkaşi gibi adlarla bilinen görkemli bir şenliği anımsatıyor.
Ergeş Uçkun
Arslan Küçükyıldız tarafından hazırlanan Çapandaz, Turan şairi ve düşünürü olarak adlandırılan merhum Ergeş Uçkun’un şiirleri, makaleleri, mektupları ve onun hakkında yazılanları içeren bir bilgi hazinesi. Ergeş Uçkun için, Arslan Küçükyıldız, “ömrünü Turan için harcamış kıymetli bir şahsiyetti “ diyor. Kitapta yer alan yazılar, bunu doğrulayan sayısız bilgiyle dolu.
Bosna’dan, Kerkük’e, Yemen’den Mezar-ı Şerife, kuzey Amerika’dan Urumçi’ye kadar neredeyse dünyanın tamamın kapsayan Turan ilinin dertleri, sevinçleri, sorunları, çözümleri, Ergeş Uçkun’un ilgi alanına girmiş.
“Dünyamızda Ata Topraklarımız” adıyla kitabın 462. sayfasında yerleştirilen ve kendi el yazısıyla bilgiler eklediği haritada gösterilen Turan bölgesi, bildik coğrafya bilgilerini gözden geçirmeye neden olacak ilginçlikte.
21 Şubat 1927 tarihinde Güney Türkistan’ın Anthoy şehrinde doğan Hafız-ı Kelam Ergeş Uçkun, Arapça ve Farsça gibi Türklerin medeniyet dillerinin tamamını konuşabiliyor, derin tarih bilgisi ve yaşadığı ortamın sağladığı zengin görgüsüyle o dillerde yapıtlar ortaya koyabiliyordu.
Yaşadığı bölgenin son iki asra yakın zaman dilimi içerisinde sürekli işgal altında olması ve emperyalist istilacılara karşı bitmeyen bir direnişle karşı koyma çabası, onun, doğduğu günden itibaren hem mağdur hem tanık kimliğiyle süregelen zulmün her anını yaşamış olması, kitapta anlatılanları daha da değerli kılıyor.
Yağma ve Talan
Türk egemenliğinin hemen ardından başlayan, İngilizlerin başını çektiği, zaman zaman Rus ve Amerikan emperyalizmi ile paylaştığı büyük yağma ve talan sürecinin, pek çok Türkistanlı gibi Ergeş Uçkun’un da hayatını özgürlük mücadelesiyle birlikte şekillendirmiş.
Kitapta, sömürgeci devletlerin, Türkistan’da sürdürdüğü kardeşi kardeşe düşürerek, onların her türlü yaşam damarlarını nasıl kestiği anlatılıyor, açık bir dille.
Başta birey ve toplum kimliği olmak üzere soykırımın her türünün, yıllardır orada nasıl uyguladığı kitabın içinde yer alan şiirlerin, mektupların ve makalelerin ana konusu.
Mavi gözlü, beyaz tenli, burkalı İngiliz kız ve kadınlarının, Türkistanlı ailelerin içerisine kadar nasıl sızdığından bahsediliyor, birbirinden ilginç anılar üzerinden. Ruj, krem gibi değersiz hediyelerle onların elinde bulunan altın, gümüş takıların, değerli ipek halıların ustalıkla nasıl çalındığı hatırlatılıyor. İyi niyetli insanların kimliklerinden uzaklaştırılarak nasıl dönüştürdükleri bu kitapta, ilk ağızdan anlatılıyor.
İhtiraslı Ahmaklar
Yaşanılanların, tevatür olmaması bizzat yaşayan biri tarafından aktarılması, kitap içinde yer alan şiirlerin, mektupların ve makalelerin dilindeki içtenliği ve samimi tavrı güçlendiriyor. Türkistanlı bilgenin, kendi yaşadıklarını başkaları yaşamasın diye herkesi uyarma ve bilgilendirme kaygısı ilk sayfadan son sayfaya kadar okuyucuyu sarıyor.
Sureti haktan görünerek, saf ve temiz insanların nasıl aldatıldıkları, emparyalist güçlerce sırtı sıvazlanan, ihtiraslı ahmakların, nasıl militanca tavırlar içerisine girdikleri bilgisi tek tek sıralanıyor. Tanık olduğu işkence biçimlerini açıkladığı yazısında (s.80), insan olan insanın asla bir başkasına reva göremeyeceği türlü belaların Türkler üzerinde nerede ve kimler tarafından nasıl uygulandıkları sıralanıyor, birer insanlık utancı olarak.
Dün ve bugün yaşanılan tüm olumsuz süreci sona erdirecek, yarına dönük reçeteler, gün görmüş bir bilgenin aydınlığa çıkan yol işaretleri olarak okuyucuyla buluşuyor.
İngiliz Vesvesesi
Ergeş Uçkun, bilgi ve görgüsünün bir sonucu olarak “Kürtçe diye bir dil yoktur” hükmünü çok açık bir biçimde verebiliyor. Kitabın 287. sayfasında başlayan yazısında, özellikle son yıllarda yüklenen tek yanlı bilgilerle zihinleri kirletilenler için aydınlık bir kapı aralıyor, Ergeş Uçkun. “Bir Kürt ne kadar Kürt ise ben fakir, o kadar Kürt’üm. İngiliz vesvesesinden kendimizi kurtarabilirsek, bir atanın oğullarıyız, fakat bunu iki tabakaya anlatamazsın; Dinci ve Siyasetçi. İkisinin de işine gelmez ve beleş geçinme kapıları kapanır.” diye özetliyor yapay sorunu.
Türk ve İslam dünyasındaki sorunların neredeyse tamamının İngilizlerin başının altından çıktığına ilişkin pek çok bilgiye kitapta geniş yer verilmiş. Türklerin egemenliklerinin yitirmesinden sonra bölgeye sirayet eden İngilizlerin, toplumlar arasında yaydığı fitne ve fesatla oluşturduğu nizamsızlığı, kargaşayı ve düşmanlığı sıkça hatırlatan Ergeş Uçkun, yapılan hile ve kurnazlıkları bir bir açıklamış.
Kitabın 93. sayfasında, “Al İngiliz’ini ver İblis’imi” adlı şiirde, şeytana bile dudak ısıttıracak uygulamalarından bıktığı İngilizleri kendi üslubuyla Tanrı’ya şikâyet ediyor. Dildeki ustalığını ve Türkçenin inceliklerini kullanarak; “Özün şeytanı yarattın nurdan / Bizge “keremna” berdin çamurdan / Ya Rab, bu mahlûk kaysı hamurdan?” diye sorduktan sonra şeytana bile razıyım yeter ki, al şu İngiliz’i başımızdan diye niyaz ediyor.
Maraşlı Doktor
Atatürk’ün emriyle Afgan Kralının sağlığından sorumlu olarak gönderilen Maraşlı bir doktorun, ona verdiği Türkiye’den getirdiği kitaplarla Türkiye Türkçesi ve Türkiye sevdası daha çocuk yaşta başlayan Ergeş Uçkun’un mücadeleci hayatı, 25 Mayıs 2009 yılında Silifke’de, vatan toprağında son buldu.
Doğduğu toprakların işgalini, yaşanılan acıları, yapılan zulümleri kimi zaman şiirle, kimi zaman çıkardığı dergilerde yazdığı makalelerle ve kimi zaman da dostlarına yazdığı mektuplarla dile getiren Ergeş Uçkun, Türk medeniyetinin derinlerdeki izlerini gün yüzünde tutmaya çalışmış bir bilge aydın.
Türk gelenek ve göreneğini, edep ve terbiye inceliklerini onun gözlem gücü ve anlatım baylığıyla Çapandaz’ın içinde görmek mümkün. Soyut varlıkların yanına Turan ilinin yer üstü ve yer altı varlıklarını eklemiş, ellerin elinde yitip giden zenginlikleri, bir gün asıl sahipleri değerlendirir umuduyla tek tek anlatmış. Bir eşi bulunmayan Karagöl koyunu, Lal’i Badehşan taşı, yetmiş çeşidi olan Türkistan Kavunu, Murgap Suyu anlatılan değerlerden bir kaçı…
Çapandaz’ı yayına hazırlayan Arslan Küçükyıldız, “Ergeş Uçkun, imanlı, kâfir ve münafıkların kapalı kapılar ardında ne yaptıklarını anlamaya ve bunlarını anlatmaya çalışan bir Turan Şairi idi” diyor, kitabının söz başında. Onun güçlü bir şair olarak bilinmesi, buzdağının su üstündeki görünen kısmını işaret ediyor. Kitapta yazılanlar, kırk televizyon kanalında aynı sözleri tekrar eden naylon profesörlerin ve uzmanların cirit attığı Türkiye’de, aydın ruhunun ve kanaat önderi kimliğinin nasıl olması gerektiği hakkında ışık tutuyor, okuyucusuna.
Ahmet Kömeçoğlu
Mehmet ekici
13 Temmuz 2020 at 12.07Kitabı okumuş gibi oldum.