Gurebahane-i Laklakan
Türkiye İş Bankası Yayınlarından, dili günümüz Türkçesine yaklaştırılarak çıkarılan Gurebahane-i Laklakan, şair kimliği önde olan Ahmet Haşim’in, yirmi dokuz başlık altında toplanmış yazılarını içeriyor.
Toplumu temel alan yaklaşımıyla, kaçınılmaz gelişimleri, çoğusu onulmaz yaralar açan köklü değişimleri, Gurebahane-i Laklakan, Müslüman Saati, Bir Ağaç Karşısında, Yeni Sanatkar, Yakup Kadri, Cem’in Gözü, Son Şarklı, Osman Pehlivan, Mizalı, Renkler Hakkında, Sinema, Aşk ve Kıyafet, Sonbahar Şiirleri, Sayfiyelerden Dönenler, Bir Cevap, Harabe, Krippel’in Eseri, Örtülü Kadın, Erkek, Tokluk ve Açlık, Medeni Lehçe, İki Adamın Konuştukları, Kır, Mürteci Mimari, Yeni Bina, Güvercin, Yakından, Dreykul’da Kadın, Modalan, Kediler Mezbahasında başlıkları altında irdeliyor Ahmet Haşim.
Ahmet Haşim’in engin düşünce denizinden çıkıp gelen fikirlerini, kırmadan, incitmeden, etkili, güzel Türkçesiyle aktardığı, yayınevinin sunuş yazısında şöyle vurgulanıyor: “Birbirinden oldukça farklı konularda dile getirilen fikirlerin tıpkı yazarın şiirlerinde olduğu gibi içeriğinden çok dile getiriliş tarzındaki zarafete dikkat edilerek okunması gerektiğini vurgulamak isterim. Haşim belli bir fikre okuru ikna etmek, belli bir fikri bütün cepheleriyle tartışmak için değil, estetik biçimde o fikri dile getirmek için yazmış görünmektedir.”
GUREBAHANE-İ LAKLAKAN'dan...
Müslüman Saati
İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. Saatten kastımız zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan ve gelenekten hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat tarzına göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar altında korunan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki seyriyle az çok ilişkili bir hesaba uyarak minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan yaklaşık bir doğrulukla, haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, kah sağa, kah sola eğilen, güneşten rengarenk çiçeklerdi .
Yabancı saati düşkünlüğünden evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı muhtelif vakitlerin kırmızı, sarı ve lacivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanınası kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler işte bu günlerdi, şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi astronomi hesaplarına göre bu “saat” ilkel ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıraların kutsal saatiydi.
Alafranga saatin adetler ve işlerimizde kabulü ve ezani saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış, terk edilmiş bir “eski saat” haline gelişinin hayatı görüş tarzımız üzerinde vahim bir tesiri olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, lakayt dostlardı.
Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden düzenlediler ve ruhlarımız için onu tanınmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek eski “gün”ün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” meydana getirdi. Bu Müslüman’ın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüydü.
Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir*. Artık “on iki” solgun yeşil sema altında ilk yıldıza karşı müezzinin Müslümanlara seslendiği, sokakların lacivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, siniterin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o dokunaklı ve titrek saat değildir. Akşam anlayışından koparak, kah öğlenin sıcaklığında ve kah gece yarılarının karanlığında varsayılan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır.
Yeni saat, Müslüman akşamının mahzun ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği geçim şekli de bizi tan vakti aleminden uzaklaştırdı. Başka memleketlerde tan vaktini yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle mustariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için tan vaktinin parıltıları, yeniden boyna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır.
Halbuki tan vakti Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi tan vaktinin en güzel görünümlerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı veren o hayret verici mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler tan vaktinden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çiniyle kaplanır ve İslam ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabetler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.
Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da tan vakti de bitti. Birçoklarımız için tan vakti artık gecedir ve birçoklarımızı güneş yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, hacaklar bozuk çarşafiara dolaşmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık tan vaktini yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.
*Eski saate göre güneşin battığı an.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa