Elveda Gülsarı
Cengiz Aytmatov’un sinemaya uyarlanan öykülerinden Elveda Gülsarı, Türkiye Türkçesine ilk olarak 1993 yılında Refik Özdek tarafından çevrildi.
Aytmatov‘un diğer öykülerinde olduğu gibi yalın, duygulu bir anlatımla 1966 yılında yazdığı Elveda Gülsarı, Kırgız Türklerinin ikinci dünya savaşı yıllarında yaşadıkları derin acılardan izler taşıyor.
Öyküde, Tanabay ile onun atı Gülsarı izleğinde, Kırgız Türkleri özelinde, aslında Sovyetler döneminde yaşayan tüm Türk topluluklarının karşı karşıya bırakıldığı zorlu yaşamın nedenlerine vurgu yapılıyor.
ELVEDA GÜLSARI'dan
“Tanabay ve Gülsarı ilk kez savaştan sonra karşılaştılar. Onbaşı Tanabay Bakasov, Batı Cephesinde de, Doğu Cephesinde de çarpışmış, Japonya’nın tesliminden sonra terhis olup yurduna dönmüştü. Cepheden cepheye koşarak tam altı yıl askerlik yapmıştı. Boşuna dememişler “Kırk yıl kırgında kalsan, ecel gelmeyince ölmezsin.” diye, Tanabay da ölmemiş, Tanrı onu korumuştu. Bir defasında araba ile gelirken mayına çarpmışlar, onun şoku ile epey sarsılmıştı. Başka bir sefer de göğsünden yaralanmış ve hastahanede iki ay tedavi gördükten sonra kendi birliğine yetişmişti.
Sonunda yurduna dönüp trenden indiği zaman, satıcı kadınlar onu “Hey ihtiyar, at elini cüzdanına!” diye karşılamışlardı. Kadınların ‘ihtiyar’ demelerine aldırmadı; takılmak için söylüyorlardı çünkü. Gerçi artık genç değildi ama yaşlı da sayılmazdı. Savaş yıllarında güneş ve soğuktan yanmış, yüzü kırışmıştı. Kılık kıyafeti, hafif kırlaşan sakalı bıyığı ile biraz yaşlanmış görünse de, gücü-kuvveti yerinde, gönlü gençti.
Terhis olduktan bir yıl sonra karısı ona güzel bir kız çocuk doğurdu. Ondan sonra doğan çocuğu da kızdı. Şimdi ikisi de evliydiler ve çocukları vardı. Yazları sık sık topluca kendisini ziyaret ederlerdi. Büyük kızının kocası kamyon sürücüsüydü. Bu damadı bütün ev halkını kamyona bindirir, dağda yaşayan kocamış kaynata ve kaynanasını görmek, saygılarını sunmak ve gönül almak için gelirlerdi. Doğrusu kendisi de, karısı da kızlarından çok memnundular. Ne var ki oğlu hayırsızın biri olup çıkmıştı. Ama bu başka bir hikâye.
Savaş bittikten, zafer kazanıldıktan sonra köyüne dönerken, Tanabay kendisi için asıl hayatın yeni yeni başladığını düşünüyordu. Gönlü hoş ve iyimserdi. Büyük istasyonlarda maksimkaları (asker getiren katar) bando-mızıka ve coşkun bir neşe ile karşılamışlardı. Evde hasretle bekleniyordu. Oğlu sekizine basmış ve okula başlamıştı. O güne kadar olup bitenlerin, çektiği sıkıntıların önemi yoktu artık. Onları unutacak, gerçek ve tatlı hayat asıl şimdi başlayacaktı. Dünyaya yeniden gelmiş gibiydi ve artık yalnız geleceği düşünüyordu: Çoluk-çocukla kaygısız bir hayat yaşamak için önce başlarını sokacak bir ev yapacaktı. Sonra bu yuvada herkesin mutlu olması için çalışacak, hep çalışacaktı. Bundan başka bir amacı yoktu. Bunun için savaşmamış mıydı? Kan ve ateş arasında canını dişine takmamış mıydı? Savaş bitmiş, zafer kazanılmış olduğuna göre, önünde hiçbir engel kalmamıştı.
Ama Tanabay öyle düşünmekte, geleceği tozpembe görmekte pek acele ettiğini şimdi çok iyi anlıyordu. Gelecek için daha yıllar yılı kan ter içinde kalıp fedakârlık etmesi, nice nice güçlüklere göğüs germesi gerekecekti. Gençliğinde bir demirci yanında çalışmış, demir dövmüş, bu işin ustası olmuştu. Savaştan sonra aynı işi yapıyor, sabahtan akşama kadar, çocuk başı kadar büyük bir çekiçle, örsün üzerindeki kızgın demiri hiç durmadan dövüyordu. Öyle hızlı dövüyordu ki, usta yoldaşı o kor gibi madeni çevirecek zaman bile bulamıyordu bazen. Çalışırken o çekiç sesleri arasında günlük sıkıntıları unutup gidiyordu Tanabay. O sesleri, ara sıra bugün bile duyar gibi oluyordu.
O zamanlar açtılar, çıplaktılar. Kadınlar eskimiş oto lastiklerinden yapılmış ayakkabıları giyiyorlardı çıplak ayaklarına. Çocuklar nice zamandır şekerin yüzünü bile görmemiş, tadını unutmuşlardı. Kolhoz, gırtlağına kadar borca batmış ve banka bir kapik bile vermiyordu artık. Ama Tanabay, “Dur, yaklaşma! Dur, yaklaşma!” der gibi çekici indirdikçe bütün bu sıkıntıları da uzaklaştırıyordu sanki.
Örs çın çın ötüyor, kızgın demirden kıvılcımlar saçılıyordu. Tanabay her darbeyi indirişte, hu-ha! hu-ha! diye nefes alıp veriyor ve bir yandan da düşünüyordu: En önemlisi savaşı kazanmış olmamız, düşmanı yendik, zaferi kazandık, diyordu.
Ve çekiç cevap verir gibi tekrarlıyordu: “Yendik, yendik, dik, dik, dik!” O günlerde böyle düşünen yalnız Tanabay değildi. O günlerde herkes savaşı kazanmış olmanın gururuyla avunuyor ve zafer ekmeğin yerini tutuyordu.”
Okur Görüşlerine Açık Sayfa