Edebiyat Kuramları ve Eleştiri
Türkçe yazılmış ya da Türkçeye çevrilmiş, eleştiri çabasının temellendirilmesini kolaylaştıran, kuramları ve yöntemleri içeren pek çok araştırma betiği var. Eleştiri başlığında toplanmış görünen çözümleme, yorum ve değini biçimlerinin nasıl olması gerektiğine ilişkin yol, yöntem gösteren bu betiklerin amaçları aynı olmakla birlikte kendilerine özgün yol ve yöntemleri var.
İletişim Yayınlarının okuyucuya sunduğu “Edebiyat Kuram ve Eleştirileri” adlı yapıt, Türkçe düşünce ve anlatım biçemiyle öne çıkıyor. Prof. Berna Moran, biliminin gereği olarak tüm kuramları en ince ayrıntılarıyla aktarırken, kolayca anlaşılabilmesine olanak sağlayan örneklerle yapıtını özgün kılmayı başarıyor.
Türkiye’de, bilimcil eleştiri çabasını ilk gösterenlerden biri olarak bilinen Berna Moran, Türk yazınından seçmeye özen gösterdiği tamamlayıcı bilgilerle, anlaşılması güç kavramların bile kolayca akıllarda yer etmesini sağlıyor. Sahip olduğu bilgileri, obskürantist (bilmesinler) sapkınlığına düşmeden paylaşmayı başaran Türk yazarın biçemi hakkında ipuçları taşıyan küçük bir bölüm bile yapıtın ne kadar anlaşılır olduğunu göstermeye yetiyor.
Onuncu Bölüm (Esere Dönük Eleştiri)
…”Biçimci eleştiri hakkında bir örnekle hiç olmazsa fikir verebilmek için Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar III şiirini inceleyelim.
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı
Ne matrasında dudaklarının izi
Öyle bir rüzgâr ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr,
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısiyle:
“Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı.”
Kısa, sade bir şiir, ama şairce söylenmiş bir şiirse, yapısında kendine özgü bir şeyler olsa gerek. Şiir bir erin ölümü hakkında. Mehmetçiklerin ölümü üzerine, çoğunlukla onların kahramanlığını, fedakârlığını, yurtseverliklerini belirten çok şiir yazılmıştır. Orhan Veli ise erin ölümünü başka bir açıdan ele alıyor.
Binlerce erden biridir o; ölümü önemsenmez; esvabı bir başkasına giydirilir ve yeri doldurulur. Ama aslında o da bir insandır; sevdikleri, özlemleri, acıları olan bir insan. Şair bunları doğrudan doğruya söylemiyor tabii, ama kısacak bir şiir içinde dolaylı bir yoldan anlatıyor.
Erin ölümü karşısındaki kayıtsız, duygusuz tutumu da, erin insan veya birey yönünü de, dolaylı bir yoldan anlatmak için şair, erden “geriye kalanları” kullanıyor. Şiirini bunlar üzerinde kuruyor diyebiliriz. Şiirin ilk sekiz dizesinde “geriye kalanlar” (tüfek, esvab, torba, matra), bireyliği olmayan bir eri, sonraki dizeler ise bir bireyi belirtiyor. Şöyle ki, birinci kısımda ölenin kendi hakkında hiçbir bilgi verilmemiş. Niçin ve nasıl ölmüş? Hastalıktan mı, bir kazada mı, yoksa savaşırken mi ölmüş bilmiyoruz. İç dünyasına, düşüncelerine, duygularına ait bilgiden vazgeçtik, gerçekten kendisine ait hiçbir özelliğin sözü edilmiyor.
Tersine, onun varlığını belirleyen şeyler, aslında kendisine ait olmayan, başka binlerce erin kullandığı teçhizat: Asker elbisesi, tüfek, matra ve torba… Erin kişisel olmayan bu eşya ile belirlenmesi, ona bireyliği olmayan bir asker gibi kayıtsızca bakıldığını ve ölümünün de böyle karşılandığını anlatmak için bir sanat gereci olarak kullanılmış. Tüfeği depoya konulmuş, esvabı başkasına giydirilmiştir; artık ne matrası vardır ne torbası. Bunlar ortadan kalktı mı, er de ortadan siliniyor; ismi bile kalmıyor yadigâr. Diyebiliriz ki ölen bir insan değil soyut bir kişidir; tüfek, matra, torba ve asker esvabı taşıyan biri.
Ama şiirin ikinci kısmında bu soyut asker, birden, yaşayan, duyan, sevdiklerinin özlemini, ayrılığın acısını çeken bir insana dönüşüyor. Şair bunu da yine erden geriye kalan bir şeyi, kahve ocağına yazdığı bir beyti kullanarak sağlamış.
Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı.
Öyle sanıyorum ki şiirin bu parçası birçok işlevi birden yerine getiriyor. Kahve ocağındaki beyit, başka, örneğin:
Çarşambayı sel aldı Bir yar sevdim el aldı olsaydı, gerçi yine ölen erin bir yanını belirlerdi, ama şiiri zenginleştiremezdi. Oysa Orhan Veli’nin verdiği beyit belirsizliği içinde, birçok işi birden görüyor. Anlıyoruz ki erin arkada bıraktığı birileri var. Anası mı, babası mı, sevgilisi mi, karısı mı, çoluğu çocuğu mu yine bilmiyoruz. Bu belirsizlik anlam olanaklarını zenginleştiriyor. Bundan başka, beyit askerin iç dünyasını, duygularını da açıklıyor. İç dünyasının en önemli duygusu sevdiklerinden uzak düşmenin acısı, onların özlemi.
Sözü geçen beytin şiire bu kadar uygun düşmesi, aynı zamanda, şiirin temasının: ‘ölüm’ ile ilgili olmasından. Beyit, yalnız askerin özlemini dile getirmekle kalmıyor, ölüm karşısındaki tutumunu da açıklıyor. Burada da ölümün fazla önemsenmeden kabul edilişi var, ama insan değerinin küçümsenmesinden ötürü değil, Allah’ın emri, insanın kaderi olduğu için. Şunu da hatırlamalıyız ki beyit ölen erin kendi beyti değil, ölüm karşısında toplumun bir parçasının tutumunu gösteren, halk deyişi olmuş bir beyit. Bu bakımdan dile getirdiği duygu ve tutum da bir tek erin duygu ve tutumu olmaktan çıkıyor, bir genellik kazanıyor. Böylece şiirdeki erin tümelleşmesi ve diğer erleri simgeleyebilmesi, biraz da seçilen beytin bu özelliğinden doğuyor. Bir halk deyişinin bu denli yerinde, böylesine zenginleştirici bir şekilde kullanıldığı şiir azdır sanırım.
Dikkati çeken bir nokta da şiirin tonu. Şair söyleyeceklerini dolaylı bir yoldan söylerken, çizdiği duruma dışarıdan, belli bir mesafeden bakıyor. Özellikle ilk iki dizenin tonu, besbelli bu parçada belirtilmek istenen kayıtsızlığı, duygusuzluğu vermek için.
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler
“Filân bina yıktırıldı, kiremitleri, demirleri satıldı” gibi, bir gazete haberinde bulduğumuz ton. Şair bu mesafeli tonu sonuna kadar sürdürebiliyor, çünkü hiçbir zaman kişisel duygulardan söz etmiyor. İkinci kısımda da erin kahve ocağına yazdığı bir beyte işaret etmekle yetiniyor. Üstelik ölen erin acısını dile getiren beytin kendisi de duygu bakımından ölçülü ve sakin. Şiir, etkisinin büyük bir kısmını bu sakin ve ölçülü tona borçludur demek yanlış olmaz.
Kısacası, şair söyleyeceklerini etkili ye yeni bir tarzda söyleyebilmek için bütün ayrıntıları atmış; askerden geriye kalan şeyleri şiiri düzenleyen ilke olarak kullanmış; bunların taşıdığı anlamdan yararlanarak, ölen askeri iki ayrı açıdan göstermiş ve bu mesafeli yöntemi destekleyen ölçülü, sakin bir tonla erin dramını çizmiştir.”…
Kısırlaştırıcı yabancı Sözler
Yazarın anlatımında, alanındaki uzmanlığı ve kabul görmüş derin bilgeliğine karşın üstenci bir yaklaşımdan iz görünmüyor. Tersine, her satırında aydın olmanın sorumluluğuyla daha çok kişiye bilgi ulaştırma çabası sezinleniyor. Sözgelimi, uzunca süredir yaygınlaşan ve gittikçe hız kazanan, yazarının bile bir süre sonra anlamını unuttuğu ya da hangi anlamıyla orada olduğunu kestiremediği kısırlaştırıcı yabancı sözlere Prof. Berna Moran’ın yapıtında yer verilmediği görülüyor. Yapıt, olur olmaz her yere sokuşturulan ve bulunduğu yere göre anlam oluşturan performans gibi kısırlaştıran sözcükler; içeriği duruma göre değişen öteki gibi zorlama muğlak kavramlar olmadan da bilim yapılabilineceğinin, Türk Dilinin yeterli baylığının bulunduğunun da güzel bir kanıtı.
Okunması dileğiyle…
Atalay Yağmur
24 Ekim 2023 at 12.03“Bilim yapmak” tıpkı müzik yapmak gibi bir cümle. Bana ters geliyor garipsiyorum bu yapma sözünü. Yapma deyince aklıma keser, çivi, testere, rende gibi alet aygıt geliyor. Oysa bilimsel yazı yazmak, bilimsel araştırma yapmak; aynı şekilde şarkı çalmak, türkü söylemek gibi mekanik olmayan daha sıcak, daha sarmalayıcı ifadeler kulağı tırmalamadan aynı amaca hizmet eder.