Halk Hikayeleri: Dilek Çınarı
Dilek Çınarı, Şevket Bulut’un dokuz öykü betiğinin üçüncüsü. İlk baskısı 1975 yılında Türk Edebiyatı Yayınlarından çıkan yapıtta, on dört ayrı öykü yer alıyor.
Şevket Bulut, gerçek olaylardan esinlenerek oluşturduğu öyküleriyle halkı temel alan olay anlatımının en önemli öncülerinden biri. Türk aydını tanımına yakışır yaklaşımla içinde bulunduğu toplumun olumlu yanlarını öne çıkararak olumsuzlukları giderme çabası güden, yapıtlarında yol gösterici çıkarımları önceleyen Şevket Bulut, Dilek Çınarı’nda da geleneğin yapıcı yanını geleceğe yaslamaya uğraşıyor.
iki öyküsü televizyon kurmacası olarak sinemaya uyarlanan şevket Bulut, Hisarcılar akımını oluşturan yazarlar arasında anılmaktadır.
DİLEK ÇINARI'ndan...
Geceyarısı peş peşe sıkılan silâh sesleriyle uyandık. Karım, yataktan fırlamış, okul lojmanının penceresinden dışarıyı korkulu gözlerle tarıyordu. Gürültüler, silâh sesleri, çığlıklar kulaklarımızı tırmalıyordu.
Kalın paltomu omuzuma atıp bahçeye koştum. Dışarıya çıkar çıkmaz, yüzümü korkunç bir yalımın yakıcı dili yaladı. Okulun kuzey kısmından göklere doğru, yedi başlı ejderhaları andıran alevler yükseliyordu. Ortalık ana-baba gününe dönmüştü. Terzi Mahmut, Kuru Hüseyin üst üste silâh sıkıp bütün köylüleri yardıma çağırıyorlardı. Evleri okula yakın olan köylüler, yangını söndürmeye çalışıyorlardı…
Çok soğuk bir şubat gecesiydi. Yerde diz boyu kar vardı. Duvarları ahşap, üstü kiremit örtü, taban ve tavanı tahta kaplamalı kahve, cayır cayır yanıyordu. Ateşin sıcaklığından çevresindeki karlar eriyordu. Küçük derecikler meydana gelmişti. Sular, çağıltıyla iniş aşağı akıyordu. Bütün Kocaman köylüleri, kısa bir süre içerisinde kahvenin çevresinde toplandılar. Çoğunun ellerinde çam çıraları vardı. Okula doğru yaklaşırken, bir alev selini andırıyorlardı. Daha fazla beklemeden ben de aralarına karıştım…
Hem dereden su taşıyor, hem de aramızda geçen olayları düşünüyordum: Bir yıl önce, köye yedek subay öğretmen olarak atanmıştım. Kocaman köyü, Ünye ilçesine bağlı, «Akçay» deresinin Karadeniz’e döküldüğü noktadan 30 km içerdeydi. Köy, dar bir boğazın içine kurulmuştu. Elli ev kadardı. Ekime uygun toprağı yok denecek kadar azdı. Köyün her yanını çepeçevre yüksek dağlar sarmıştı. Köylülerin tek gelir kaynağı ormandan açılma fındık bahçeleriydi. Sebze olarak sadece «karapancar»ı biliyorlardı. Orman içinde, iki döşek büyüklüğünde mısır tarlası olan; iki muşmula, üç-beş kestane ağacı bulunan zengin sayılırdı… Erkekler çalışmaz, yanan bu kahvede kumar oynarlardı. Yükün bütün ağırlığı kadınların omuzlarındaydı…
Köyün; lojmanlı, tek derslikli bir okul binası vardı. Sıvası dökülmüş, duvarları yer yer çatlamıştı. Kiremitleri kırık olduğu için, kış boyunca tavanından sular akardı. Oysa, öğrenci sayısı 100’ün üstündeydi. Ordu Millî Eğitim Müdürlüğüne yeni bir bina yapımı için başvurmuştuk. Taş, kum, kireç gibi malzemeleri ve okulun arsasını sağlamamız halinde, dileğimizin göz önüne alınacağı bildirilmişti. Koycek sevinmiştik. Muhtar ve köyün ileri gelenlerinin yardımıyla yoksul köylüden umduğumuzun üstünde ilgi gördük. Beş bin liraya yakın para topladık. Günlerce dağlardan sırtımızda taş taşıdık. Bir teneke kum için, derenin altını üstüne getirdik.
Fakat, karşımıza büyük bir engel dikildi: Okul, derenin kıyısında, tam bir yar’m başına yapılmıştı. Bahçesi çok dardı. Yeni okul binasının yapılabilmesi için geniş bir alana ihtiyacımız vardı. Okulun güneyi dere, doğusu yoldu. Batısında gümrah bir fındık bahçesi yer alıyordu. Tek ümidimiz, kuzeydeki kahveyi söktürüp okul bahçesini üst yola kadar genişletmekti. Kahve ve arsa, Musa Dayı adında sakar bir köylünündü. Önce alttan aldık. Sakalını sıvazladık. Okulun faydalarını sayıp döktük. «Sen ağasın» dedik. «Sen paşasın» dedik. Fakat söz dinletemedik.
«— Kahve, benim geçim kapım. On okula değişmem !» diye diretti. Kahveye, değerinden çok yüksek para teklif ettik, olmadı. Yalvardık, aldırmadı. Çilâder Bucak Müdürünü çağırıp aracı ettik; ihtiyar müdürü tersledi. Sabrım taşmıştı. Kırk yılda bir, başımıza devlet kuşu konmuştu. Okul yapımı geri programdan çıkarılır diye ödüm kopuyordu. Musa Dayının evine kadar gidip kendisiyle konuştum:
«— Musa Dayı, 222 Sayılı İlköğretim ve Eğitim kanunu gereğince, okul çevresinde kahve işletmek yasaktır. Şikâyet edersek, başın ağrır. Ayrıca, Köy Kurulu olarak Zorla Kamulaştırma yetkimiz de var. Seni üzmek istemiyoruz. Okul dâvası, hepimizin dâvası… Biraz anlayış göstersen, bütün köylü sana minnettar kalacak. Torunlarının hatırı için bu işe peki, de…»
«— Boşuna çeneni yorma öğretmen bey! Benim kahvenin yapılışı, okuldan çok eski! Kanuna aykırılık varsa, siz okulunuzu sökün… Gidin, başka bir yere yapın…»
«— Yapılan okul sökülür mü? Sonra, köy içinde başkaca düzlük bir yer yok ki! Okulla kahvenin değerini oranlarsak…»
«— Canım, okutun ne gereği var? Kapatın gitsin… Çocuklar on yıldır okurlar.. Adam olanını göster? En çok okuyan muhtarın oğluydu.. Orta ikiden ayrıldı. Damarlarına su yürüdü. Akıllılık edip kız kaçırdı. On dördünde avradı koynuna aldı. Bey de şehirde, ağa da… Çocuğunu okutmak isteyen, şehire göçsün… Köyde oturan, rençberliği göze almalı…»’
«— Yanlış düşünüyorsun Musa Dayı! Köylüyü, senin gibi düşünen adamlar cahil bıraktı. Çilâder Bucağını, Lâleli köyünü göz önüne al… Çocuklarının çoğu okuyor. Bu fırsatı kaçırmayalım. Kahvenin değeri neyse, verelim… İnat etme! İnat şeytana mahsustur…»
«— Hoca, hoca; bu iş, senin neyine gerek? Birkaç ay sonra, çekip gideceksin. Okul çok iyiyse, git kendi köyüne açtır. Gâvurdağı’nın çocuklarını adam et! Bizim buranın adamı, sizin ova adamına benzemez.. Burada kan akarsa, yalnız toprak yüzünden akar… Sen git, lojmanında yat! Maaşını tıkır tıkır alıyorsun… Boşuna rahatını kaçırma!..» … Okulun Bitişiğindeki Kahve’den…
Okur Görüşlerine Açık Sayfa