Dünden Bugünü Gören Çete
Yaşayan dillerde, sözlerin yazılışında, söyleyişinde değişikliklerin olabildiği bilinen bir durum. Bu değişiklikler dizgesine anlam kayması ve sözcüğün tümüyle yitimi bile eklenebilir. Doğallığı bozan, kötü amaçlı girişimler de cabası. Üstelik Türkçe için bu çabalar epeyce fazla.
Türk ulusunun belleğini var eden olayları, kavramları asıl anlamından ayıran ve çoğunlukla olumsuzlaştıran değişikliklerde ne yazık ki büyük artış var. Çete sözü de onlardan biri.
Türk Kurtuluş Savaşının en dirençli unsurlarından olan ve Türk Ordusunun yanında yer alan sivil halktan direnişçilere verilen çete adı, yasa dışı işler gören suçluları tanımlamakta kullanılıyor uzunca zamandır.
Ortak bilinci sekteye uğratan bilinçli ya da bilinçsiz kötücül girişimlerin etkisini azaltacak yapıtlar bu nedenle bile çok önemli. Refik Halit Karay’ın Çete adlı yapıtını görünce, okuyunca, neyse ki o dönemleri anlatan, kimin ne olduğunu ve işin aslını günümüze aktaran yazarlar var diye sevinmemek elde değil.
Çete, Türk sinemasına bir dönem önemli katkılar sunan, yapımcı ve yönetmen Çetin Karamanbey yorumuyla Yeşilçam kurmacası olarak 1950 yılında sinemalarda gösterime giren bir öykü.
Osmanlının güney bölgelerinde Fransız İşgaline karşı direnen ordu milletin, Türklerin, yurt savunması çabasını aktaran ve dönemin geniş açılı görünümünü aktaran Çete, Gurbet Hikayeleri, Yer Altında Dünya Var, Memleket Hikayeleri gibi yapıtlarıyla bilinen Refik Halit Karay’ın, ilk baskısı 1939 yılında yayınlanan romanı.
ÇETE'den
“… Odunların akideleşen tatlı, durgun, okşayıcı ışığı binbaşının iyimser gülümsemesine ayrıca bir aydınlık veriyordu. Ocak, dumansız bir kızıllıkla dolmuş, o kadar istekli idi ki, artık gazete kağıdından yapılmış abajur, ışığı iç tarafından, petrolden değil, dışından, odunlardan alıyor ve pembe bir renge bürünmüş, acayip yazılarıyla emprime bir saten kumaş gibi duruyordu.
-… Daha sonrası var: İskenderun – Halep şosesi, yani denizden şehir ve kasabalara uğrayarak çöle giden tek yol önündedir. Halep – Adana arasındaki demiryolu, tünelleri ve köprüleriyle başının üstünden geçer. İskenderun’dan deniz kenarını arşınlayarak Toprakkale’ye varan demiryolu da Amanos’ların ayağı altındadır. Yalnız bizim bildiğimiz ve bizim aşabileceğimiz geçitler yardımı ile Leçe’den Amanos tepelerini bulmak bir çete için işten sayılmaz. Bir gün, belki de denizden ancak kırk, elli metre yükseklikteki Amik bataklığında bulunacaksın. Akşama, dolu dizgin Gavur dağlarına tırmanmayacağın ve mesela 2267 metre yükseltili Mığır tepesinde, 2500 yükseltili Akkaya’da olmayacağın, yahut gene dönerek Karpuzdere yatağına sinmeyeceğin ne belli…
– Bunlar ne güzel isimler!
– Daha güzel köy ve yer adları vardır: İgribucak, Yuvalı, Kozluca, Yosunlu, Karaçakı, İlıkpınar, Arıdere, Göktepe, İligeçit, Paşaoluk, Gülbahar, Fındıklı…
Bunlar Amanos’takiler. Bir de Kızıldağlara geçelim: İşte Soğukoluk, işte Nergislik, işte Derebahçe, işte Zerdalioluk… İşte Çınaralanlar, Derindereler, Gülcihanlar…
Ya manzara, ya hava, ya su!…
Binbaşı parmağını paftanın üzerinde yürüttü:
– Gel şu tarafa, bunlar Kuseyir dağlan… Hele isimlere bak: Karsu, Karbeyaz, Narlıca, Gökçegöz, Hisarcık, Kabacık, Şakşak.
Daha güneye inelim; şu yörede tam yüz seksen Türk köyü vardır. Bayır ve Bucak bölgeleri… Biraz ötesi; Lazkıye.
– Türkiye’den koparılıp Suriyelilere verilecek olan yer buraları, öyle mi?
– öyle!…
Nezih, kor yığınının kızıl ışığı karşısında binbaşının sarardığını, sonra öksürdüğünü, daha sonra da ocağa tükürdüğünü gördü; sustu.
Başbaşa yemek yediler. Naneli ve yoğurtlu un çorbası, üstüne kızarmış tavuk budları dizilmiş firik pilavı ve ballı sütlaç. Firik, daha yeşil iken koparılıp kurutulmuş buğday taneleridir; pilavında bir taze çimen ve ilkbahar kokusu vardır.
Yemekten sonra yedek subay ile binbaşısı gene harita başına geçmişlerdi:
– Senin hareket alanın Karasu vadisi olacak. Şu noktaya iyi bak: Gölbaşı… Dünyanın en önemli stratejik mevkilerinden biri. Karpuz suyunun güneydeki uygun durumu, Amanos’ların Gündüzlü yönündeki ileri etekleriyle birleşerek bu vadiyi düşmana karşı korur.
Kuzeydeki birçok höyükler, mesela şu Bozhöyük, Çatılı ve İncesu’ya hakimdirler. Bu höyükler güneyden kuzeye, Leçe’ye doğru giden Hamam Gömit yolunu da gözetlemeye yarar.
Genel durumu Kırıkhan – Reyhaniye yolunu, yani İskenderun’un Antakya ve Halep ile olan ulaşma hattını içine almaktadır. Karasu, yani eski ismiyle Melas ovası Doğu Roma İmparatorluğu’nun en zengin ve verimli parçası idi. Antakya’dan Nicopolis, yani İslahiye’ye ve Germanicia, yani Maraş’a yol buradan geçerdi.
Bir yol da halkın İç Akdeniz dediği Amık gölünü çevirerek Haleb’e, sonra Gindiris köyünden de bir başka Roma şosesi Meydanıekbez’e varırdı. Bütün bu ulaşma
hatları hep askerlik bakımından çizilmiş, imparatorluğun geleceği için kurulmuştu. İşte Yagra… Yagra Suriye’ye hükmeden Roma saltanatının en görkemli kalesi idi.
Demir Bey o yörenin en eski tarihine geçti ve bunu özetledikten sonra dedi ki:
– İsa’nın doğumundan üç bin yıl önce Sümerler Amanoslardan Mezopotamya’ya kereste taşırlardı. İncir, üzüm, gül fidanını da Şat kıyılarına ilk önce Toroslardan gene Sümerler götürmüşlerdi. Amanoslarda oldum olası yerli ve sert bir ırkın yaşadığını tarih bize söylüyor. Bütün yabancı akınlarının gelgitleri o ırkı şimdiye kadar yerinden koparıp sürükleyememiştir…
Ve sürükleyemeyecek!
Binbaşı birer sade kahve ısmarladı ve Nezihe, çetesiyle yapacağı askeri hareketler hakkında gereken bilgiyi tamamladı.
Yatağına girdiği zaman yedek subayın zihninde, “Türkçe bir sürü köy ve yer isimleri dolaşıyordu. Sonunda bütün o hoş adların, o Serinpınar, Gülbahar, Akçay, Karsu, Narlıca, Nergislik, Değirmendere, Gökçegöz‘lerden hayalinde canlandırdığı yeşillikİer, güzel kokular, çam fısıltıları ve çağlayan sesleri içinde bir cennet uykusuna kayıp, dünü ve yarını unuttu.”
s.23
Okur Görüşlerine Açık Sayfa