Bize Uzaylı Geldi Dedim İnanmadınız
Her şeyi at arabacısı Hüseyin başlattı…
Televizyon denen sihirli kutu, o günlerde pahalı ve lüks bir eşyaydı. Bizim at arabacısı Hüseyin’in evinde bu sihirli kutudan yoktu. Garibim Hüseyin n’eyle alsın, nasıl alsın? Altına serecek çulu, üstüne atacak yorganı yoktu. Çocuk kısmı yoktan anlamaz, Hüseyin’in çocukları da anlamıyordu. Akşam olunca ağlaşmaya başlıyorlar, komşuya televizyon izlemeye götürmesi için yalvarıyorlardı. Hüseyin, bir kaç güne bir, komşularından birinin kapısını utana sıkıla çalmak zorunda kalıyordu.
Komşuları da artık bıkmış, onları güler yüzle karşılamaz olmuştu. Hele de, Dallas’ın olduğu günler; kimseler misafir ağırlamak istemiyordu. Hüseyin de seviyordu, Dallas’ı izlemeyi. Dizinin gösterileceği gün kendiliğinden gidiyordu komşuların evine. O gün, günlerden Dallas’tı. Utana Sıkıla çaldı, kapı komşusu Galip ağanın kapısını…
-Akşamlar hayır ola Galip Ağa, misafir kabul eden mi?
-Buyur Hüseyin, başım gözümle beraber.
Galip’in karısı Emine, iki güne bir kapsını çalan Hüseyin ve ailesinin gelişlerinden memnun olmadığını yüzünü ekşitip, açık etti.
-Kusura kalma Emine bacı, bebelere söz geçiremedim. Dallas’ı seyredeceğiz diye, ağım ağım ağlaştılar. Yoksam gelesim yoktu.
-Gelmeyeydin o halde Hüseyin. Duyan da, kapımızı çaldınız da açmadık sanır.
-Allah sizden razı gelsin Emine bacım, kendi evimiz gibi girer çıkarız. Biraz keyifsizim bugün, ondan dediydim.
Galip gözünü ağarttı karısına, sus der gibi başını salladı. Televizyon kapalıydı, üstündeki kanaviçe işli örtü kaldırılmamıştı. Geldiklerini gören Emine’nin, televizyonu kapattığından adı gibi emindi Hüseyin.
-Şansınıza televizyon da bozuldu bugün. Siz gelmiyeydiniz bizde Dallas’ı seyretmeye komşulara gidecektik.
-Biz sizi yolunuzdan etmeyelim o halde Emine bacım.
Galip ağa bir kere daha gözlerini ağarttı karsısına, dişlerini sıktı:
-Otur Hüseyin Allah aşkına, bu akşam da televizyon seyretmeyiverelim. Hem eskiden televizyon mu vardı arkadaş!
Çalsan Duvara Yapışır Bir Adamcağız
Hüseyin göründüğü kadar saf adam değildi. Fakirlikti onu perişan eden. Kimine kepçeyle, kimine kaşığın sapı ile veren Felek, ona gelince her şeyden kısmıştı. Mal mülk vermediği gibi boy pos da vermemişti. Kısa boylu, kuru kemik, çalsan duvara yapışır bir adamcağızdı. Gözleri de iyi görmez; gazoz şişesinin dibini andıran kalın gözlük camlarının ardından, isli puslu seyrederdi dünyayı.
Emine’nin kovmaktan beter edişine puslanan gözlerini saklamaya çalıştı. Kırık yerinden bantla tutturduğu, ağır yaralıyı andıran gözlüğünü çıkarttı gözünden. Galip’in içine dokundu bu hali, elini Hüseyin’in omzuna koydu, sesini neşelendirdi:
-Anlat hele Hüseyin, nedir keyfini kaçıran? Elimizden, dilimizden gelir ise, giderelim sıkıntını.
Emine bir top yun yumağı gibi toplandı oturduğu yerde. Kocasının Hüseyin’e gösterdiği yakınlık sinirine dokundu. Hüseyin’in paradan puldan, katıktan undan bir şey umacağını düşündü.
Görünüşü ne kadar zavallıysa, aklı o kadar cevahirdi Hüseyin’in. Akıcı konuşur, hızlı düşünürdü. Gel gör ki, akıl da kendi başına işe yaramıyordu. Okul okumuş olabilseydi belki, ama at arabasıyla yük çekerken akla değil güçlü bir bileğe ihtiyacı vardı. O da onda yoktu.
Emine’nin onu adamdan saymayışına içerledi. Tepeden bakışı, iğneleyici sözleri sinirine dokundu. Cebinde parası olmayanın, dilinde hazır cevabı da olmazdı. Anlamazdan, bilmezden geldi. O da Emine’nin sinirlerini bozmak istedi. Dallas bitmeden evine gitmeyecek, Emine’ye diziyi izlettirmeyecekti. Bozuk dememiş miydi bir kere, onlar gitmeden nasılsa açamayacaktı televizyonu.
-Galip ağa hiç ısrar etme, inan olsun anlatılacak gibi değil. Bütün gün düşün düşün kafama ağrılar girdi. Anlatsam inanmazsın zaten. Duyulacak olsa, arkamdan deli diye teneke çalar ahali.
Toplandığı Yere Gevşeyip Yayıldı
Emine toplandığı yere gevşeyip yayıldı. Dedikoduya pek meraklıydı. Birden gözlerinin içi parladı:
-Anlat Hüseyin gardaş, biz yabancı mıyız? Bir kapı komşu değil miyiz?
-Emine bacım anlatamam. Hem Çocukların yanında anlatılacak gibi değil. Yemin ant verdim, anlatırsan başına bilinmedik görülmedik işler açarız dediler.
Emine iyice meraklandı. Dallas’ı da unuttu, az önce kovmaktan beter ettiğini de:
-Ne der komşum Galip, bizi elden beller besbelli. Niye susarsın, niye sormazsın arkadaşının, biricik komşunun derdini?
-Çocukların yanında anlatılacak gibi değil diyor, duymuyor musun kadın?
-İç damın sobasını alazlayım, bebeleri oraya alırım. Çayı da demleyip geliyorum hemen. Amanın, bende akıl mı kaldı, minder de atmadım Şerife bacımın altına. Kalk komşum kalk, minderin üstüne otur.
Hüseyin’in karısı Şerife, altına sonradan atılan mindere ilişti, arkasına konulan yastığa dayadı sırtını. Kocası ne anlatacaktı, o da bilmiyordu. Hüseyin, girdiği ortamda kıymet görmeyince bir yolunu bulur, anlattıkları ile ilgiyi, kendi üstüne çekmeyi iyi becerirdi. Şerife’ye düşen onu sessizce dinlemekti. Zaten sessiz, iki çift lafı zor eden bir kadıncağızdı.
Hüseyin, Şerife’nin şahitliğine ihtiyaç duymaz, onu asla anlattığı konuya dâhil etmezdi. Doğrusu, Hüseyin de ne anlatacağını bilmiyordu. Hiç bir zaman da anlatacakları üstünde önceden düşünmezdi. Allah’ın ona cömert davrandığı tek şey konuşma yeteneğiydi. Onu dinleyenler, anlattıklarının birçoğuna inanmasalar da, akıllarında bir acaba sorusu hep kalırdı.
Ona Yalancı Diyemezlerdi
Arabasına koştuğu uyuz atın soylu bir Arap atı olduğunu ve onunla yaşadığı maceraları öyle bir anlatırdı ki, dinleyenlerin ağzı acık kalır; uyuz ata bakıp bakıp, olur mu olur, diyesileri gelirdi. İşinde, alış verişinde, birine söz verdiğinde, yalan söylediğine kimse şahit olmamıştı. Dedi kodu ettiği görülmüş duyulmuş şey değildi. Bu yüzden ona yalancı diyemezlerdi.
-Anlat Hüseyin, nedir keyfini kaçıran? Belki bir faydamız dokunur.
-Galip ağa, severim seni bilirsin. O sebep, bir sana anlatıyorum. Ant verin ama kimseye söylemeyeceksiniz.
Karı koca ölmüşlerinin üstüne yemin ettiler. Emine tava gelmişti, ağzı kulaklarında dinliyordu.
-Dün gün uzun yaylanın damlarına çorak çektim. Yorgunluktan akşam yemeğini yiyemeden erkenden yattım, yattığım gibi uyumuşum. Gecenin hangi vakti bilmem, açlıktan karnım guruldayarak uyandım. Sağa döndüm olmadı, sola döndüm olmadı. Doğruldum yatağın içinde, pencerenin kanadını gıygaladım, bir cigara yaktım. Bir nefes çektim, pencereden dışarı üfledim. Amanın bir de ne göreyim! Hatırlayınca tüylerim yine diken diken oldu.
Emine ve Galip, Şerife’nin gözüne bakıştılar. Hüseyin’in kısa suskunluğunda ondan bir şey duymayı beklediler. Ben uyuyordum. Bir şey görmedim, dedi. Kocasının ne anlatacağını o da merakla bekliyordu.
-Çoluk çocuk güz çayırı gibi serilmiş uyuyorlardı. Allah sizi inandırsın, şuradan evime gitmek nasip olmasın, ilkin size anlatıyorum. Şerife’ye bile söylemedim…
İs Var Kokusu Yok, Duman Var Ateşi Yok
Bizim harimin içi bir duman, bir is, sanırsın mahalle tümden yanıyor. El yordamı elektrik düğmesini aradım buldum. Bastım düğmeye, elektrikler yanmıyor. Çakmağımı çaka çaka çıktım dışarıya. İs var kokusu yok, duman var ateşi yok. Gökten ayı, yıldızı toplamışlar, her yanlar karanlık.
Birden tayyare sesi gibi bir ses duydum, diktim başımı karanlık göğe. Azıcık bir ışık belirir gibi oldu tepemde. Çok geçmedi, ışık büyüdü büyüdü, ayı güneşi geçti. Sandım güneş yörüngesinden çıkmış üstüme üstüme geliyor.
-Bismillahirrahmanirrahim!
-Ben de öyle dedim galip ağa, euzu besmele çektim. Bildiğim tüm duaları okudum. Kendi kendime dedim ki, oğlum Hüseyin, kara gün kararıp kalmaz elbet, sana da feleğin güldüğü bir günü var. O gün, bugündür.
Ak yüzlü, aksakallı Hızır aleyhisselam ocağına nur yağdırıyor. Diyecek ki; ey arabacı Hüseyin, çok dert çektin, çok yokluk gördün, çilen son buldu. Seni mükâfatlandırmaya geldim. Azını çok edeceğim, yoğunu var edeceğim, dile benden ne dilersen.
Dedim, öperim nurlu ellerinden, aksakalına yüzümü sürerim. İstemem bir şey nuruna kurban olduğum, Allah benden razı gelsin yeter, derim. Bu sefer beni daha çok sever, sırtıma mübarek elini sürer. Sana bereket bolluk getirdim, der. Azımı çok eyler, yokumu var eyler, dedim.
Bir koca topak ışık geldi geldi başımın üstünde, ben deyim bir metre, sen de yarım metre yukarda durdu. Ben deyim elli, sen de yüz pencereli koca bir kazan kapağı mübarek! Pencerelerinden allı morlu ışıklar saçıyor.
Bir kapı açıldı, acılan kapıdan bir merdiven kendiliğinden indi yere dayandı. İçinden tuhaf bir şey çıktı, merdivenleri ağır ağır indi, geldi karşıma dikildi.
Gebeler Bebelerini Düşürür, Emzikliler Sütten Kesilir
Amanın Emine bacım, yamanım Galip ağam, keşke Allah şu kör gözümün az ışığını da elimden alaydı da görmeyeydim onu. Benim gördüklerimi siz görseydiniz, ağzınız diliniz bağlanır da, hoca hoca gezseniz açılmazdı.
Benim diyen pehlivanlar, bileği bükülmedik delikanlılar görseydi, oldukları yerde taş kesilirlerdi. Gebeler bebelerini düşürür, emzikliler sütten kesilirlerdi. Nereden bilirdim gelenin hayır değil şer olduğunu. Bilsem kaçıp, ta yedi kat yerlerin altına saklanmaz mıydım hiç?
-Tövbe estağfurullah!
-Ağzının içindeki laflarını yediğim Galip ağam, bende öyle dedim. Tövbe istiğfar getirdim, kör şeytan kör gözüne, dedim.
Nasıl anlatayım bilmem ki, insan desem insan değil, hayvan desem hayvan değil. Boyu bir metre ya var ya yok. Yeşil desem yeşil değil, mavi desem mavi değil, görülmedik bilinmedik bir renkte. Derisi eşek gönü, kulakları tilki kulağı, gözleri kurbağa gözü gibi. Ağzı var dudağı yok, gözü var kirpiği yok, burnu var deliği yok. Elleri ayakları kaz ayağına benziyordu.
-Tövbe estağfurullah, bismillah, bismillah! Cinler periler görünmüşler sana Hüseyin gardaş.
-Hay aklınla bin yaşa Emine bacım, ben de öyle düşündüm. Üç kere nefes almadan Ayet-el Kürsiyi okudum. Okuyorum üflüyorum, okuyorum üflüyorum, gitmiyor canı çıkasıca. Kaçayım kurtulayım dedim, ayaklarım taş oldu toprağa saplandı. Bağırayım, konu komşu sesime gelsin dedim, ağzımın içinde dilim dönmedi. Gözümün üstünde kaşımı oynatamadım.
Anan Seni Yedi Yaşına Kadar Emzirdi
-Al karısı gelmiş sana Hüseyin. Anam anlatırdı, al karısı çökünce üstüne, aynı böyle taş kesilirmiş insan. Parmağını dahi kıpırdatamazmış. Bağırmaktan çatlarmış da, kimseye sesini duyuramazmış.
-Laf ola beri gele… Anan seni yedi yaşına kadar emzirdi de, al karısının loğusa kadına geldiğini öğretmedi mi? Hüseyin gardaş loğusa kadın mı, niye gelsin ona Galip efendi!
-Doğru konuş Emine, anamın sözü geçince lafının ayarı bozuluyor.
-Aman olaydı da keşke al karısı olaydı. Aklını şaşırıp da bin yıllık ömründe bir de bana gelmiş olaydı.
Dilimi zor döndürdüm ağzımın içinde. Dedim, in misin cin misin, sen kimsin? Köpek havlamasıyla kedi cırlaması arasında bir sesle konuştu.
Dedi; ne inim ne cinim.
Dedim; dost musun düşman mısın?
Dedi; dost olursan dostun, düşman olursan düşmanın olurum.
Dedim; ben bu yaşıma kadar senin gibi bir şey görmedim ömrü hayatımda, senin adın ne, nerden gelirsin?
Dedi; benim adım uzaylı, uzaydan gelirim.
Duyan Olsa Deli Diye Arkamdan Teneke Çalar
-Neymiş neymiş?
-Uzaylıymış.
-Ne âlem adamsın Hüseyin, biz de ağzının içine düştük dinleriz seni. Ulen arkadaş, hiç mi doğru bir lafın olmaz senin? Hep uydurmaca hep hikâye.
-Ya Galip ağa, ben sana peşin peşin demedim mi, anlatsam da inanmazsın! Duyan olsa deli diye arkamdan teneke çalarlar demedim mi? Biliyordum böyle düşüneceğini, o sebep, anlatmak istemediydim.
-Nesine inanalım Hüseyin, in de inanalım, cin de inanalım. Uzaylının işi yok da senin eve mi gelecek? Hem uzaylı diye bir şey yok arkadaş.
-Koca koca gazeteler yazınca inanıyorsunuz ama. Yok da niye her gün gazetelerde haberleri çıkıyor. Daha geçen gün gazete resimlerini basmamış mıydı? İstanbul’da görene inanırsın, Amerika’da görene inanırsın, fukara Hüseyin görünce uydurmaca, hikâye dersin… Tabii, uzaylı niye gelsin Hüseyin’in ahır sekisine, Galip ağaya gelse herkes inanır değil mi? Senin paran var pulun, malin mülkün var.
Galip ağa Hüseyin’i kırdığını düşünüp pişman oldu söylediklerine:
-Estağfurullah, mal da Yaratan’ın mülk de, öyle demek istemedim. Yani, insanın inanası gelmiyor görmediğine.
-Biliyorum Galip ağa, inanması zor. Şu anlattıklarımı sen anlatmış olsan, Galip ağa kafayı yemiş der, gülerdim ardından.
-Uzaylı nedir Galip efendi, anlamadım.
-Gökyüzünde, yıldızlarda yaşarlarmış Emine. Gören bilen yok, rivayet anlayacağın.
-Doğrudur Galip efendi, doğru. Hoca dedem, yedi kat yerlerin altında, yedi kat göklerde türlü mahlûkat yaşar, derdi. Öyle mübarek bir adamdı işte, kimselerin bilmediklerini o bilirdi. Âhir zamandayız Şerife bacım, kıyamet yakın…
-Emine bacıma deyim, bu yarı insan yarı hayvandan karma uzaylı mahlûkata dedim ki; bunca zengin ağa paşa varken benim fukara ocağıma niye indin? Ne istersin benden?
Dedi ki; Hüseyin, sende bir şey var ki, dünyada bir eşi benzeri yok, onu senden almaya geldim.
Dedim; bir uyuz atımdan ve bir kuru canımdan başka benim bir şeyim yok. Alacaksanız canımı alın, çocuklarıma karıma dokunmayın.
Dedi; korkma Hüseyin, ailenin ve senin canına zarar vermeyeceğiz.
Yelesinden Üç Tel Kıl Ver
-Ney istermiş senden?
-Ben de öyle dedim; nedir benim bilmeden sahip olduğum o değerli şey?
Dedi; senin o uyuz atın var ya, o dünyanın en soylu atlarından biri onu almaya geldim.
Etmeyin eylemeyin dedim; o at benim emektarım, çoluğumun çocuğumun rızkını ben onunla kazanırım.
O halde yelesinden üç tel kıl ver bize, dedi.
Başkası olsa atımın bir kılını kopartmasına izin vermezdim ama madem ta uzaydan kalkıp evime gelmişsiniz, insanlık bende kalsın; memleketinize gidince arabacı Hüseyin üç at kılını bizden esirgedi demeyin, varın alın, dedim.
Kazan kapağına benzeyen tayyareden eli silahlı küçük küçük askerler çıktı, atın yelesinden üç tel kıl alıp binitlerine bindiler. Geldikleri gibi ışıklar saçarak gökyüzüne çıkıp kayboldular. Ha bir de, bizi gördüğünü kimselere söyleme, söylersen başına bilinmedik işler acarız, dedi şerefsiz.
-Ne yapacaklarmış kılı tüyü, acep büyü mü yapacaklar Hüseyin gardaş?
-Orasını bilmem Emine bacı, aklıma gelip de sormadım gayri.
-Şerife, sen bir şey duyup görmedin mi?
-Yok, Emine abla duymadım da, görmedim de.
-Yahu Hüseyin, güneş gibi parlayan ışığı senden başka hiç mi gören olmadı yani?
-Galip ağa, bunlar dilediklerine görünürlermiş. İstemedikleri ne onları duyabilir, ne de görebilirmiş.
Galip daha fazla üstelemedi, Hüseyin’i incitmekten çekindi. İn, cin masalları ile büyüyen Emine inandı ama korkmadı. Hoca dedesinin yazdığı muskanın onu her şeyden koruyacağını düşünüyordu. Hüseyin, Emine’ye Dallas’ı seyrettirmemiş olmanın keyfiyle akşamın geç vakti evine gitti.
Kahveden Camiye Taşındı Mevzu
Emine kadın sabah erkenden, konuya komşuya Hüseyin’den duyduklarını kendi başından geçmiş gibi bire bin katarak anlatmaya başladı. Öyle ki, o gün akşama bir tas çorba kaynatacak vakti bulamadı. Konuşmaktan sesi soluğu kesildi. Her defasında üstüne bin katarak anlattı, anlattı…
Kulaktan kulağa, ağızdan ağıza değişerek birçok uzaylı öyküsü oluverdi ve aniden birçok uzaylı göreni de. Çok geçmeden, kadınlardan çok erkeklerin aklını meşgul eder oldu uzaylılar. Kahveden camiye kadar taşındı mevzu:
-Hocam uzaylılar gerçek mi?
-Uzaylı diye bir şey yok, cin onlar. Ayni âlemde ayrı boyutta yaşar gideriz, biz onların boyutuna giremeyiz ama onlardan Allah’a karşı gelip bizim boyutumuza gecenler oluyor.
-Hocam bunlar uzaylı, uzayda yaşıyorlarmış.
-İnanmayın böyle şeylere.
-Hocam gazeteler resimlerini basıyor, gemilerini, kendilerini görenler var. Koca koca gazeteler yalan yazacak değiller ya. Akşam olunca dışarıya çıkmaya korkar olduk.
-Ben bir muska yazarım, hiç bir şey size dokunamaz evvel Allah.
-Uzaylıların şerrinden korunacak bir muskan var mıdır?
-Var tabii, olmaz mı? Fakat zahmetli iştir. Çok kitap karıştırmam, çok okuyup üflemem gerekir.
-Hani uzaylılar yoktu hocam!
-Karıştırmayın orasını, her şeyi de açık açık söyleyemem ya, günaha girerim maazallah.
-Kaça yazarsın muskayı hocam?
-Büyük bela muskasını üç tavuğa, küçük bela muskasını bir tavuğa yazarım.
-Uzaylılar büyük bela mı küçük bela mı?
-En büyük beladır, Allah şerlerinden korusun.
-Hemen yaz hocam, üç tavuk sana kurban olsun.
-Süphanallah! Sanki tavukları kendim için istiyorum. Uzaylıların ruhlarına adayacağım onları.
Her İşin Bir Kaidesi, Kuralı Var!
-Hocam benim tavuğum yok, para versem olur mu?
-Olur, üç tavuk parası verirsin. Ben senin adına bir fukaraya üç tavuk alır veririm.
-Tavukları ben alıp versem olmaz mı hocam?
-Al cübbemi de camide imamlık da yap o halde! Her işin bir kaidesi kuralı var! Tavukların üstüne okuyup üfleyeceğim evladım.
-Hocam, o fukaraya vereceğin tavuklardan bizim haneye de üç beş verirsin artık.
-Sana düşmez arabacı Hüseyin. Dula, yetime vermek gerekir.
-Tamam işte, ben yetimim ya hocam.
-Kazık kadar adamsın, yetimliğin mi kaldı senin! Senin muskanı diyetsiz yazacağım, tasalanma.
-Zahmet etme hocam, bana muska gerek değil.
-Maazallah, cin çarpmış gibi çarparlar adamı bu uzaylılar. Korkmuyor musun?
-Ne korkacağım hocam, uzaylı diye bir şey yok. Koca koca adamlar bu masallara inanıyorsunuz.
-Tövbe de! Günaha girersin Hüseyin… Neyse, akşam gel, bir kaç tavuk götür bebelerin yesin.
-Hocam diyorlar ki, uzaylılar genç kızları da kaçırıyorlarmış.
-Doğru söylemişler Hüseyin, bu mendeburlardan her şey beklenir.
-Hocam uzaylılar hangi dinden.
-Gâvur onlar gavur, kâfir.
-Bu kâfirler, Müslüman kızları kaçırıp evlenseler nikâhları caiz midir?
-Değildir. Müslüman kadınlar kâfirlerle evlenemezler.
-Dişileri de var mı uzaylıların?
-Var elbet, olmaz mı?
-Peki, uzaylı dişiler Müslüman erkekleri kaçırsa evlenmelerinde sakınca var mıdır?
-Yok, o hususta dinimizde bir yasak yoktur. Müslüman erkek kâfir kadınla evlenebilir.
-Güzel mi uzaylı kadınlar hocam?
-Bire deyyus ben nereden bileyim! Hocaya sorduğun soruya bak!
Her Şeyi At Arabacısı Hüseyin Başlattı
Her şeyi at arabacısı Hüseyin başlattı. Aslında o da bilmiyordu masum yalanın başımıza büyük işler açacağını. Bizim küçük ilçemizde her gün bir birinin aynı geçip giderken, her şey bir anda değişti. Gözlerimizi gökyüzüne diktik, hepimiz çıplak gözle birer gök bilimci kesildik. Kayan yıldızları hızla akan uzay gemilerine yorduk. Kümesten tilkinin çaldığı tavukları, onların götürdüğünü düşündük. Gece havlayan köpeklerin uzaylılarla konuştuğuna inandık.
Korktuk, korktukça Kamber hocaya daha çok gittik. Kamber hoca, ahaliye yazdığı muskalar sayesinde hatırı sayılır bir servet elde etti. Korkudan akşam erkenden evlerimize çekildik, sokaklarımız boş kaldı. Sahipsiz kalan sokaklarımıza başka şehirlerden gelen hırsızlar dadandı. Ahırdan ineklerimiz çalındı. Dağda uyuyan çobanları bağlayıp, sürüleri toplayıp gittiler. Uzaylı hikâyelerimiz yokken evlerimizin kapısı kilit bilmezdi. Sokaklarımızda hırsızlar uğursuzlar gezmezlerdi. Biz görmediğimiz uzaylılardan korkarken, küçük ilçemizde faili meçhul cinayetler işlenmeye başladı.
Ulen Uzaylı Muzaylı Yok, O Yalanı Ben Uydurdum!
Dayanamadı arabacı Hüseyin, bağırdı kahvede bir gün:
-Ulen uzaylı muzaylı yok, o yalanı ben uydurdum!
Kendinize gelin, korkak tavuklar gibi gün batınca evlerinize çekilmeyin!
Görmüyor musunuz hırlısı hırsızı cirit atıyor sokaklarımızda!
Gözünüzün görmediği şeylerden korkacağınıza başımıza gelen işlerden korkun!
Güldüler hep bir ağızdan Hüseyin’e; Allah’ın biakılı, koca koca gazeteler yalan mı yazıyor? Olmasalar, boy boy uzaylı resimlerini nereden bulup basacaklar? Koskoca Amerikalılardan daha mı iyi bileceksin sen! Bir de kalkmış o yalanı ben uydurdum, diyorsun. Senin o küçük kafanın içindeki kuş beynin yeter mi böyle bir yalan uydurmaya? Dediler.
Acı acı güldü arabacı Hüseyin; doğru dersiniz, bunca ağadan paşadan, hacıdan hocadan aklı daha çok erecek değil ya fukara Hüseyin’in, dedi.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa