Bacayı İndir, Bacayı Kaldır
Sadri Ertem, kırk beş yıllık kısa ömrüne, pek çok öykü, roman, anı, gezi betikleri sığdırmış Türk yazın adamıdır. Yaşadığı dönem (1898 -1943), Türkler için olağanüstü değişimlerin olduğu, dünyadaki köklü değişimlere koşut yürüyen gelişmelerin çağıdır.
Sömürgecilerin Osmanlı İmparatorluğunu kendi aralarında paylaştığı, içerden ve dışardan müdahalelerle devletin talan edildiği karanlık zamanlar, yazarın çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarına denk gelir.
Yaşamı oluşturan tüm alanlardaki geriliğin, durmak bilmeyen işgallerin yanısıra, işbirlikçi yapıların saldırganlıklarına son veren Türk Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan, Türk Milletinin ve Türk Devletinin egemenliğinin göstergesi Cumhuriyet, yazarın, kısa ömründe gördüğü büyük değişimlerdi.
Halkın sorunlarını giderici bakışıyla, yaşanan aksaklıkları, olması gerekenleri, halktan kopmadan aktaran Sadri Ertem, yol gösterici, aydınlatıcı yazılarıyla yurdu ve yurttaşı için çaba gösteren bir yazardı.
Altı öykü betiği, dört roman (Çıkrıklar Durunca, Bir Varmış Bir Yokmuş, Düşkünler, Yol Arkadaşları) yazan Sadri Ertem, öykü ve romanlarınn yanında, iki ayrı gezi,anı (Sovyet Rusya Hatıralarım, Bir vagon penceresinden) betiğiyle deneyimlerini halkıyla paylaşmış, Türk düşünce ve yazın dünyasına baylıklar katmış, üretken bir düşün adamıdır.
Aynı adla 1933 yılında yayımlanan Bacayı İndir Bacıyı Kaldır, yazarın, Silindir Şapka Giyen Köylü, Türk İnkılâbının Karakterleri, Korku, Bay Virgül, Bir Şehrin Ruhu adlaını taşıyan öykü betiklerinden biridir.
İstanbul’da, Gür Kitabevi’nce, 1970 yılındaki baskısında, Bacayı İndir Bacayı Kaldır adlı öykünün yanısıra Tetkik Seyahati, Sen Ne İyi Adamsın, Mütahassız, Namuslu Adam, Mantık Kuvveti, Kocasının Sesi, Kaybolan Adam, 150Züppe=150 Misyoner+150 Milyon Sterlin+150 Teşkilatçı, Meşhur Aktör Meşhur Muharrir, İki Kadının Kavgası, Racon, Dündar Muharebesi, Affedersiniz, Sınıfta Çıldıran Adam, 348. Madde, Sukut Eden Dava adlarını taşıyan toplam on yedi öyküye yer verilmiş.
BACAYI İNDİR BACAYI KALDIR'dan...
DÜMDAR MUHAREBESİ
1916… Galiçya’dayız… Olgun bir Eylül Sabahı… Birisi kolumdan öyle çekti ki, neye uğradığımı anlayamadan gözlerimi açtım. ikinci takım subayı Cevat başımın ucunda dikilmişti.
Ne var yahu, demeye vakit kalmadan elindeki haritayı işaret etti:
– Botmer ordusu geri çekiliyor Alay emrini gördüm.
Ben olduğum gibi yatağımın içinde doğruldum. Doğrusu ne ceketimi giymek, ne de çapaklı gözlerimi silmek aklıma geldi. Cevat anlattı:
– Ordu sağ cenahı ile çekilecek… Geri çekilmek lafını işittikten sonra, nereye kadar diye bile soramadım… Soramadığım suale, birbirine bakan gözlerimiz cevap verdi. Gözlerimiz:
“ Allah bilir; nerede durur” demek istedi. Birbirlerine takıldı kaldı…
Sonra haritayı bir hayli zaman süzdük. Haritayı evirdik, çevirdik. Derken, yüzbaşının emirberi içeri girdi.
– Yüzbaşı Bey zatınızı istiyor, dedi…
Topuklarını birbirine vurarak patlattıktan sonra yüzgeri etti. Emirberin arkasından ceketimin önüne ilikleyerek yüzbaşının çadırına girdim…
– Taburdan emir aldım, dedi. Taburumuz Dümdar’da kalacak… Ordu geri çekiliyor. Biz son kademeyi bataryalarımızla himaye edeceğiz. Sen şimdi, hemen piyade hatlarınızla birlikte ilerleyeceksin. Mesafeleri muntazaman bildir… Haydi… Biz de ormanda mevzi alacağız…
– Başüstüne yüzbaşım, dedim… Yüzbaşı bana, ben yüzbaşıya baktım. Yanımdan ayrılırken yüzbaşı:
– Siz evli değilsiniz değil mi dedi…
Evet diye cevap verdim. Yüzbaşı biraz sevinir gibi oldu.
– İsabet birader, dedi… Sonra:
– Evlat hakkını helâl et!… diye seslendi.
İleri hatlardaki piyade kıtalarına doğru ilerliyoruz.
Kamyonlar, arabalar, mekkâreler hep bize bakıp, ilerliyorlar… Depolar boşalıyor… Nakledilemeyecek derecede ağırlıkları gerilere daha gerilere göndermek için herkes harıl harıl çalışıyor… Levazım ve cephane kolları, yüzlerini hep geriye çevirmişler… Şehir boşalıyor… İstasyon ana baba günü, mahşer mi mahşer… Şehirde bir acayiplik var, koca şehir boşalmakta olan bir eve benziyor. Bir evde, yangın korkusundan, taşınırken odaların kapıları nasıl açılma kapanma itiyatlarını kaybederler, asabi asabi gürültü çıkarırlarsa; nasıl pencerelerden perdeler birden iniverir ve evlerin içinde gürültülü, patırtılı ayak sesleri dolaşırsa, şehirde de aynı uğultu duyuluyor. Herkeste yer değiştirmenin şaşkınlığı var.
Kışlaların önlerinde birikintiler… Denk haline getirilen çadırlar toplanıyor… Kol kol askerler… Ağırlıklarını sırtlarına vurarak, belki bir daha göremeyecekleri şehire, başlarını bile çevirip bakmıyorlar. Geriye giden ağırlıklar, yeni mevzilere çekilmek için hazırlanan kıtalar, nispeten daha rahat gibi; yalnız, kıtalarının ardından, beygirlerini yavaş yavaş yürüten subayların manzarasında bir hüzün var.
Dümdar’a ayrılan bölüklerimiz geride kalanlara biraz daha ölülerin bakışı gibi donuk donuk bakıyorlar… Ölüler duymazlar… Fakat biz hem duyuyoruz, hem görüyoruz. Hissediyor ve biliyoruz: Bölüklerin gittiği yol, bir giden gelmez yoludur…
Mevzilere çekilen kıtaların gördüğüm zaman, yüzbaşının son sözlerini hatırladım:
“Karım, çoluğum, çocuğum yok ya!” dedim. Atımı sürdüm… Her adım önümde bir uçurum gibi açılıyordu. İlerledikçe yol uzadı, yol uzadıkça geri dönen alayları, taburları, bölükleri takımları geriye bıraktık… Alaylar, taburlar, bölükler, takımlar, dağ yolunu tutuyor ve koyu karanlık orman içinde kayboluyorlardı. İleri hatta giden son dönemeci aşarken, ormana bir daha baktım… Bu bakış niçindi?
Hâlâ tahlil edemiyorum…
Fakat bu son bakışım bana, anamı, insanların analarını hatırlattı. Bu koyu gölgeli orman, alayları, taburları, bölükleri koynuna çeken bir ana gibiydi. Orman onlara kollarını açıyordu. Alaylar, taburlar, bölükler, ölüm önünde, analarının kucağına sinen çocuklar gibi saklanmak için hızlı hızlı gidiyorlardı. Bir an, ne olur, ben de ana kucağı bulsam diye, ormana tatlı tatlı baktım. Fakat bu zevki fazla düşünemedim. Çünkü benim anam yoktu.
İleri hatlardayız…
Tümenlerden, ayrılan taburlar ve bölüklerle teşkil edilen Dümdar alayı, ileriki tepeleri tutacak, köprüleri tahrip edecek ve dayanabildiği kadar dayanacak. Yani eriyecek…
Büyük bir kısmı adam akıllı çekildi…
Taburların önlerinde siperler yapıldı, avcı hendekleri kazıldı. Siperler arasında, gizli yollar açıldı, bazı yerlerde küme küme tel örgüleri göze çarpıyor, yaralı yuvaları hazırlanıyor…
İleriden silah sesleri geliyor. Geriden ümit ve teselli vermek isteyen sözler…
Bölükler bir yelpaze gibi açılıyor, askerler avcıya çıkıyorlar. İnce bir düdük, sonra bir subayın sesi:
– Yere yat!
Tekrar bir düdük…
Sıçra!.. Marş, marş…
Ateş kes!..
Arkadan gelen, teselliye benzeyici sesler:
– Avusturya topçusu, bütün kuvvetle bizi himaye edecek. Bir subay, arkadaşına:
– Bu çok doğru. Burası Avusturyalıların vatanı, elbet memleketlerini muhafaza ederler. Hem Avusturya topçusu pek yamandır… Bir başkası cevap veriyor:
– Topçu, muharebenin iskeletidir… Ben telefon başındayım, mesafe bildireceğim.
– Bana taburu verin!..
– Tabur… Tabur…
– Tabur… Tabur…
Ses yok… Sesler eriyor… Tabur emir subayı sesleniyor:
– Bölükler irtibatı muhafaza edecek.
Sola doğru yürüyüş başlıyor…
140 rakımlı tepenin dibinde üçüncü bölük bulunacaktı… Yok, bir tek insan yok…
Sağ cenahtan aynı haber:
– Derenin kenarında hiçbir insan yok…
Bunun üzerine takımlar, daha geniş mesafelerle ayrıldı.
Müthiş bir topçu ateşi başladı… Bomba topları, alev püskürüyor… Mitralyözler biçiyor… Gene ince bir düdük sesi, sonra keskin bir kumanda işitiliyor:
– Süngü tak!..
Hâlâ yürüyoruz… Dümdar’da yürüyüş, insanları ne kadar değiştiriyor… Yaşlı askerler daha yorgun argın ilerliyor, genç ve yeni askerler, daha heyecanlı, daha endişeli bir halde… Bilinmeyen akıbete doğru gidiyorlar. Sağda tehlike, solda tehlike… Yerde tehlike, gökte tehlike… Hepsinden daha beteri irtibatını kaybeden kıt’ada, herkesin içine çöken hüzündür… Herkes bir şey düşünüyor:
– Ne olacağız?…
Bu düşünce herkesin omuzlarına bin kiloluk bir demir bütçesi gibi asılmıştı… Bir düşüncenin, ruhları yemeye başladığını anlamak isterseniz, yürüyüş halinde bir kıtanın dirsek yoklayarak yürüyüşüne dikkat ediniz. Onlar evvela dirsek dirseğe yürürler. Daha sonra omuz başları kâh sağdaki neferin, kâh soldaki askerin omzunun başına dokunur. Daha sonra irtibat kaybolur. Baştan gövdenin üstünde sallanmaya başlar, işte bu zaman kararsız adımların can sıkıntısı başlar, maneviyatı uyuklar… Nefer yavaş yavaş fertliğine döner… İçinden sorar:
– Bütün bu fedakarlıklar kimin için?
İşte biz böyle dereboylarını takip ederek, emin bir köşeye sığınmak istiyorduk. Topçu ateşi devam ediyordu…
Halbuki Avusturya topçuları bizi himaye için bir mermi bile atmadılar…
Derenin nihayetinde bir takım, bir manga, yirmi otuz perakende nefer karşımıza çıktı… Eetrafta nisbî bir sükûn var… Artık zaptırap ne kışladakine benziyor, ne de taarruz zamanlarına… Artta kalmanın, geri dönmenin apayrı bir zaptı raptı var… Karşımıza çıkan insanlar, bize ümit ve teselli verdi. Dert ortakları nerede olursa olsun, derhal birbirleriyle can ciğer olurlar. Biz de buradaki insanlarla aynı şekilde dost olduk. Zaten askerlikteki dostlukları perçinleyen şeyler küçümencik küçümencik münasebetlerdir. Onlar anlatıyor, biz anlatıyoruz. Onlar neler çekmemişler… Bir subay söylüyor:
– İşte şu köşedeki parakende neferler, Brosilof ordusunun, 18-19 Ağustos taarruzlarının merkezî sıkletini teşkil eden taburun sağ kalanları… Brosilof ordusu bir sel gibi indi… Ordu değil İnsan denizi… Sonra, soruyoruz:
-Dündar alayımızı gördünüz mü? Herkes birbirine bakıyor:
– Biz de ona iltihak edeceğiz… Kafile tekrar yola düzülüyor. Yeniden bir tertip taksim yapılıyor, alayla irtibat tesis etmek için başka çare yoktur. Biz yola çıkarken Rus ordusunu karşılamaya hazırlanan Çek köylüleri, bizi hain hain süzüyorlardı.
Bütün bir geceyi alayı aramakla geçirdik. Ertesi gün hava sisliydi. Top sesleri durmuştu. Çek köylüleri bize bir yol bile göstermek istemiyorlardı… Askerlerin karınları iki gündür açtı. Son kalan ekmeklerini çoktan yemişlerdi.. Tam iki gündür ekmeksizlerdi… Herkes çantalarındaki kırıntılarla geçinip gidiyordu.
Yol başına diktiğimiz nöbetçiler sevinerek haber verdiler:
– Avusturya menzil kolları geliyor.
Bunlar, hakikaten geri hizmetlerine memur Avusturya kıtaatı idi. Erzak ve malzemeyi gerilere, daha gerilere kaçırıyorlardı. Levazım kolunun elinde bir hayli ekmek vardı . Almanca bilen bir subay namzeti, levazım reisi ile görüştü. Adam şu cevabı vermiş:
“Dümdar alayının bütün efradı ve subayları Ateş hatlarında öldüler. Botmer ordusu, bu alay sayesinde bugünkü mevzilerine çekildi. Kolordumuz, Ciklani tepesini elinde tutuyor. Alayınız listeye dahil değildir. Size verilecek tek bir dilim ekmek yoktur.”
Avusturya Levazım reisinin sözleri, hepimizin üstünde fena bir tesir yaptı. Levazım reisinin sözlerini dinleyenler, ihtiyarsız bir halde, kendi kendilerine sordular:
– Biz yaşamıyoruz demektir… Miralay buna da cevap verdi:
– Evet listeye göre siz sağ değilsiniz…
İşte böylece Avrupa’nın ortasında, elimiz tutar, gözümüz görür ve kuvvetimiz başkalarını rahatlaştırdığı halde, bizi ancak mersiye okuyorlardı…
Subaylar, neferler… Gözleri önünde, tınazlar gibi kafile kafile sevk edilen erzaka, aç karınla bakıp duramazlardı. En büyük rütbeli subay, tekrar levazım reisine müracaat etti. Fakat levazım reisi daha fazla laf dinlemek istemiyordu. Bizim subay ısrar etti! O hiddetli hiddetli cevap verdi ve son söz:
– Subay efendi, kıt’aya sağdan altı saydırırım, demek oldu. Bilmem bilir misiniz? İsyan eden kıt’alara sağdan altı saydırırlar ve altı sayanları kurşuna dizerler. Levazım reisi, müracaatı bir isyan addediyordu. Bunun için etrafındakilere kumanda verdi. Muhafızlar süngülerini tüfeklere taktılar! Arabaların etrafında silaha davrandılar. Bizimkiler de silahlarına sarıldılar. Bu manzaranın sonu ne olacaktı? Levazım kafilesinin ortasına düşen bir mermi her şeyi halletti. Çünkü düşman hepimize ani olarak bastırmıştı. Ateş birden bile kesifleşti. Herkes bir tarafa dağıldı. Aarabalarla beraber gitmemizin imkanı yoktu.
Gece bastırdı… Ben keşif kolundayım, emirberim de benimle beraber. Atlarımız deminki ateş altında yaralandığı için artık yaya gidiyoruz. Sinsi, kuytu kenarlardan ilerliyoruz. En iyi çare, Ciklani’ye çıkan bir yol bulup, kıt’amıza iltihak etmek
Bir makineli tüfek ateşi, bir makineli tüfek ateşi, her tarafı yalayıp süpürüyor. Öteden bir aydınlık koni vadiye uzanıyor… Bu aydınlık koni sağa dönüyor, sola dönüyor. İşte nihayet biz de bu aydınlık içinde, bir ağacının kenarına yetiştik… Neferim, torbasında kalan kuru bir parça ekmeği kemirdi, bir lokma da ben kemirdim. Kurşunlar fazlaca vızıldamaya başladı. Neferim:
– Efendim, dedi, keşfettiler, yer değiştirelim. Ekmeğini torbasına yerleştirdi. Sürüne sürüne bir çukura doğru inmeye başladık.
Kalçamın üstünde, elime ıslak ıslak bir şeyler bulaştı. Hemen kendimi çukurunun kenarına bıraktım…
– Rüstem, dedim, ben yaralandım…
Projektör çekildiği için karanlıkta kalmıştık. Uzaktan ayak sesleri geldi. Bağrışmalar oldu. Makineli tüfek etrafı hâlâ tarıyor. Yaslandığım çukurun bir kenarından, olanı biteni anlamak istiyorum, hem de Rüstem’i bekliyorum.
Biraz ileride bir karaltı peyda oldu. Derken karaltı ikileşti. Sonra dikleştiler. Tekrar indiler. Tekrar sürünür gibi oldular. İki karaltı biraz daha ilerledi. Projektör tekrar etrafımızı sardı ve iki gölge birden canlandı. Bu gölgelerden biri bizim Rüstemdi, öteki heyula gibi bir mujik. Can acısı arasında şunu farkettim: Bu iki adam, birbirlerinin yanlarındaki torbalara hücum ediyorlardı. İkisinin de tüfekleri yerdeydi. Bilmem bir dakika geçti mi geçmedi mi? Tahmin edemiyorum, iki vücut birden yere düştü ve bir daha hiç mi hiç kımıldamadılar… Makineli tüfek hâlâ işliyor…
Sabah oldu… Biz dümdüz bir ovada imişiz. Adım başında ölü vardı. Kabalaklı, demir miğferli ve külahlı ölüler… Geceden beri işleyen makineli tüfek ovada ne varsa biçmiş, hatta ağaçları bile.
Rüstem ve yanındaki mujik elleri birbirlerinin elinde kenetli yatıyorlardı. Rüstem’in avuçları bir şeyi sımsıkı kavramıştı.
Öğleye doğru Kızılhaç heyeti geldi. Yaralıları topluyorlardı. Sarışın ve iri bedenli bir kadın, yanında gürbüz bir köpekle benim olduğum tarafa geldi, benim kalkacak halim yoktu… Kadını gören sıhhiye neferleri de sedyelerle birlikte geldiler… Ben sedyeye binerken son defa emirberime baktım… Kadının köpeği, Rüstem’in avuçları içindeki kanla ıslanmış kara ekmek parçasını dişleriyle çekti, çıkardı. Fakat yemeğe tenezzül etmedi, bir bir kenara fırlattı.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa