Alıç Ağacı ile Sohbetler
“Tipik bir bilim adamı olmaktan çok filozof bir ruh alemi olan Prof. Birand’ın bu özelliğinin kitabına da yansıdığını okuyucular ilk sayfadan itibaren anlayacaklardır. Sanırım botanik bilimini, halkın kolaylıkla anlayabileceği bir dille, bu kadar sade ve öz bir şekilde anlatan başka bir kitap yayınlanmamıştır.
Prof. Birand, canlılığın başladığı ortam olan suları, hayatın mayasının burada nasıl oluştuğunu, bitkilerin kara hayatına geçişi ve bu ortama uyum için geçirdikleri değişiklikleri, çiçek oluşumunu, tohumu kendine özgü bir anlatım tarzı ile Dikmen Alıçı ile sohbet ederek, anlatmaktadır.
Dikmen Alıçı bilimsel adı ile Crataegus dikmensis, 1947 yılında Türkiye Florası adlı 10 ciltlik eserin editörü İngiliz botanikçi Prof. P.H. Davis tarafından ilk olarak Dikmen’den toplanan ve bu nedenle bu ad verilen bir bitkidir. Bu bitki 1964 yılında Rus botanikçi Pojarkova tarafından yapılan bir yayınla dünyaya tanıtılmıştır. Aynı tür en son olarak 1953’te gene Dikmen ve Çubuk Barajı çevresinden tekrar toplanmış ancak o tarihten sonra yapılan araştırmalara rağmen Ankara çevrelerinden tekrar toplanamamıştır.
Türkiye Florası adlı kitapta (cilt 4 sayfa 142), endemik bir tür olan bu bitkinin Ankara çevresi dışında Manisa Demirci ile Zonguldak’ın Yenice ilçesinin Ketepe yörelerinde de bulunduğu bildirilmektedir. Gelecekte Ankara’da kurulacak ulusal bir botanik bahçesine, o civarlarda şayet halen varsa, bulunup getirilerek dikilmesi gereken ilk bitki olmalıdır.
Hocamız botaniğin diğer dallarına göre daha yeni bir bilim dalı olan bitki sosyolojisinin ülkemizdeki ilk kurucusudur. Kitabın ortalarına doğru, oldukça karışık bir konu olan bitkilerin yaşadıkları ortam ve bir birleri ile olan ilişkilerini, yani sosyolojik yaşamlarını, gene herkesin anlayabileceği sade bir dille anlatmakta ve kitabının daha sonraki bölümlerinde ülkemizden örnekler vermektedir.
Zamanımımıda gittikçe önem kazanan ve bitkilerin yaşaması için çok önemli bir faktör olan toprak ve onunla sıkı ilişkili erozyon konusundaki sohbeti de kitabın bir bölümünü oluşturmaktadır.
Kitabının son bölümlerinde Prof. Birand, Anadolu’da yaptığı ve bir kısmını birlikte gerçekleştirdiğimiz bilimsel gezilerde elde ettiği Anadolu’nun bitki yapısı hakkındaki gözlemlerini akıcı bir üslup ile ve bu yapıyı oluşturan önemli bitki türlerinin isimlerini de belirterek anlatmaktadır. Bu bölümü dikkatle okuyan ve Türkiye’nin şu andaki bitki örtüsü hakkında bilgi sahibi olan okuyucular son otuz kırk yıl içindeki değişiklikleri fark edebileceklerdir. Daha önemlisi, uzun yıllar sonra bu kitabı inceleyecek kişiler Anadolu bitki örtüsündeki değişiklikleri daha da çarpıcı olarak anlayacaklardır.”
Prof. Dr. Tuna Ekim
ALIÇ AĞACI İLE SOHBETLER'den
“Dikmen’in ardındaki Çal dağının doruğunda yaşlı bir alıç ağacı vardır. Kuru dallarında solgun allı yeşilli paçavralarla nice masum özlemlerin adakları bağlı kalan bir ağaç… Ben o ağacı çok severim. Ona “Dikmen Alıçı” adını da ben taktım.
Dikmen Ankara’nın en yüksek en güzel yazlıklarından biridir. Eski Ankaralılar, yazın kuru sıcağı çökmeden Dikmen’deki bağ evlerine göçerler, baharın safasını sürdükten sonra yazı da orada geçirirler.
Baharda, bereketli kırkikindiler toprağı ıslatıp, sıcak mayıs güneşi de ısıtınca, kucağında uyuyan milyonlarca tohum birden uyanır. Dikmen sırtları yemyeşil olur; allı morlu, elvan elvan bozkır çiçeklerine bürünür, çitler yaban bademlerinin çiçekleri ile tozpembe olur; iğdeler açar, kekikler sürer. Dikmen sırtlarında adım attıkça havaya burcu burcu kokular yayılır. Ne güzel olur Dikmen’de bahar!
Ben Dikmen’e sık giderim; hele eskiden çok sık gider, her gidişimde de Çal dağının tepesindeki tek ağacı ziyaret ederdim. Gide gele onunla dost ahbap oldum, uzun uzun sohbetler ettim. Neler anlatmadı bana…
Bu uzun, çok uzun maceralı bir hikayedir. Biraz kısaltarak anlayabildiğim kadarını ben de size anlatacağım.
Çal dağının doruğu bir kubbeye benzer. Tepeye çıkınca çepeçevre manzara birden sizin olur. Kuzeyde yıldan yıla büyüyen, sırtlara bayırlara tırmanan Ankara önünüze serilir. Doğuda vadinin içine sokulan Dikmen köyünü, daha ileride kuytu bir yarın sırtına yaslanan Karacakaya’yı, o güzelim Hüseyin Gazi’yi, daha gerilerde ufku kapayan Elmadağı’nı, güneyde gümüş gibi ışıldayan Mogan gölünü, batıda Ahlatlıbel’İ görürsünüz. Yalnız onlar mı! Oradan daha neler görürsünüz… Ne görürseniz güvenebilirsiniz, hepsi hastır, gerçektir.
Sevinirsiniz orada; çünkü tabiatın içindesiniz. Orada kendi yaptığımız dünyanın bunaltıcı hayhuyundan, tatsız ıvır zıvırından, bencil kaygılarından, sıkıcı darlığından kurtulur; her şeyin olduğu gibi gözüktüğü, o külfetsiz, gösterişsiz, sessiz büyüklükle karşı karşıya gelirsiniz. Orada, o büyüklük içindeki yalnızlıkta, insan kendini bulur, varlığının özündeki asiliği anlar ve kendini erdemliğe adar.
Çal dağının doruğunda tek başına canlı bir anıt gibi duran, gün görmüş devran sürmüş, neden sonra inzivaya çekilmiş erdemli kişileri andıran ihtiyar alıçın gölgesinde manzarayı seyre dalınca, önünüzde ufuklara kadar yayılan dalgalı arazide, mevsime ve vakte göre renkten renge giren sırtların bayırların, derelerin vadilerin, birbirlerine yaslanan tepelerin tepeciklerin oluşumlarını hayal meyal görüyormuşsunuz, üzerinde durduğunuz tepenin, ayağınızın altında kımıldamaya kaymaya başladığını sanıyormuşsunuz gibi bir hoş olursunuz. Düşünceniz genişler kanatlanır; ağır ağır, süzüle süzüle hepsinin, bütün gördüklerinizin üstünden uçarken; onların, dünyamızın binbir badireli oluşum aşamalarının tanıkları olarak anlattıklarını duyar gibi olursunuz.
Böyle garip bir duygunun etkisi ile olacak, Dikmen Alıçı ile sohbetlerimizin konusu, onun tek başına bu ıssızlığa nasıl düştüğü, soyu sopu üzerine idi.
***
Dikmen Alıçı! Sohbetlerimize başlarken demiştin ki: Dünyayı canlandıran, şenelten, sizin ve bütün canlıların yaşayabileceği bir yurt haline getiren biziz, biz bitkiler… Sohbetlerimizin sonunda da: Bir gün gelmişsin, bakmışsın ki ben yokum, beni senden başka kim hatırlar!
Doğru söylemişsin. Seni benden başka kimse hatırlamaz artık, hatta seni kesip yok eden bile… Ama sohbetlerimizi dinleyenler, sanıyorum ki, unutmayacaklardır seni. Sonra, belki bir gün gelir, biz de, seni, dallarında öten kuşları, çiçeklerine konan kelebekleri kendimiz gibi beller; hepimiz için şenelttiğiniz bu dünya yurdunda, onların da bizim gibi yaşamaya hakkı olduğunu anlar, hiçbirinize kıyamaz oluruz.”
Okur Görüşlerine Açık Sayfa