Preloader image
İÇİNDEKİLER
Title Image

Ak Deve

Elçin Efendiev
ak deve

Ak Deve

Ak Deve, Azerbaycanlı Türk yazar Elçin’in, Türkiye Türkçesiyle, 1999 yılında yayımlanan dördüncü betiği. Yapıtı Türkiye Türkçesine aktaran Ali Duymaz, sunuş yazısında “Ak Deve romanının konusu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Bakü’nün geleneksel hayatı yaşayan bir mahallesinin dramıdır. Bu mahalle, geleneksel hayatın yanı sıra yeni hayat tarzına, yani Sovyet hayatına alışmaya çalışmakta; bu uğurda yapılan çalışmalarla ve repressiya uygulamaları gibi yeni kavramlarla çatışmaktadır.

 

Elçin, folklor malzemesinden de istifade ederek bu mahalleyi canlı bir dekor olarak gözler önüne sermektedir. Elçin’in eserlerinde bir malzeme olarak folkloru kullandığı hemen dikkati çekmektedir. Aslen bir folklor eseri olan Mahmut ile Meryem de bunun en belirgin örneğidir.

 

Ak Deve’de de ölüm sembolü olarak kullanılan “Ak Deve” aslında masallardan alınıp hayata sokulmuş bir “sembol”dür. Eserde sık sık yer verilen çocuk oyunları, tekerlemeler, “bayatı”lar ve Dede Korkut sözleri de folklorun yansımalarıdır.” sözleriyle romanın içeriği hakkında bilgiler vermektedir.

 

Ötüken yayınlarınca yapıtları Türk okurlarıyla buluşturulan Elçin, Azerbeycan’ın bilinen yazarlarından İlyas Efendiyev’in oğludur. Tam adı Elçin Efendiyev olan yazarın, Şuşa Dağlarını ­Dum­an­ Bü­rü­dü (1994), Ölüm­ Hük­mü­(1996), Mahmut ile Meryem (1997), Sa­rı Gel­in (2003) adlı yapıtları aynı yayınevince Türkiye Türkçesiyle yayımlanmıştır.

 

AK DEVE'den...

 

Bizim asfalt döşenmiş o küçük, o temiz avlumuzun kapısı yola açılıyordu ve ben gözümü açtığımdan beri o avluda iki aile yaşıyordu. Sağ tarafta bizim tek katlı, damı ziftle kaplı, tek odalı, mutfaklı ve küçük bir arakesmesi olan evimiz; bir de Hanım teyzegilin bizle karşı karşıya iki katlı, üst katı iki odalı ve cumbalı evleri.

 

Hanım teyzegilin binasının birinci katı bodrumdu ve Hanım teyzenin sürücü oğlanları Cafer, Adil, Abdülali, Cebrail ile sürücülük kursunda okumaya hazırlanan Ağarahim bu bodruma çeşit çeşit araba parçaları, tekerlekler ve aletler yığarlardı. O bodrum katı benim çok sevdiğim bir yerdi ve istediğim zaman oraya girip çıkardım, istediğim aleti alıp oynardım (tabii bu yüzden de mahallenin bütün çocukları beni kısKanırlardı), çünkü ben de sürücü olmak istiyordum. Ama Cafer, Adil, Abdülali, Cebrail ve Ağarahim bana gülerek hep şöyle derlerdi: “Aliekber, sen bize çekmemişsin, sen Koca’ya çekmişsin, sen şoför olmayacaksın, okumuş adam olacaksın.”

 

Koca, Hanım teyzenin Abdülali’den sonraki oğluydu ve bizim mahallede enstitüde okuyan tek kişiydi. Bana da kitaba, deftere çok hevesim olduğu için öyle diyorlardı; alfabeyi kendi kendime öğrenmiştim, elime geçen kitabı daha okula gitmeden, önceleri heceleye heceleye, sonraları ise bir nefeste okuyabiliyordum. Büyüklerin benim için hep ilgi çekici olan sohbetlerini oturup nefes bile almadan dinlerdim. Her zaman kendimden küçüklerle değil, büyüklerle oturup kalkardım. Bazen de öyle olaylar uydurup anlatırdım ki büyükler bile hayran kalırdı.

 

Avlumuzun asfaltını da Hanım teyzenin oğulları dökmüştü, bizim evin damını da kır toprakla onlar kaplamıştı, avlumuzun ortasındaki ovananın yanına ise bir söğüt fidanı dikmişlerdi. Koca bana “Bir sen günlerle değil saatlerle büyüyorsun, bir de bu söğüt” derdi. Koca’nın bu sözleri hatırımda kalmıştı ve ben hep dikkatle ne kadar büyümüş, nasıl büyümüş diye o taze söğüte bakardım.

 

Ara yola açılan avlu kapımızın ağzına ise asma ekmişler, çardak yapmışlardı. Bu asmalar büyüyüp çardağın tamamını kaplamıştı. Yazın o çardaktan salkım salkım üzümler sallanırdı. Bazen annem avluyu sulardı, babam da seferden döndükten sonra o çardağın gölgesinde oturup çay içerdi, Cafer’le, Adil’le, Abdülali’yle, Koca’yla, Cebrail’le, Ağarahim’le, arada bir de Hanım teyzeyle sobet ederdi. Tebriz’in bağlarından bahçelerinden söz ederdi, iki tarafı ağaçlı yollarından bahsederdi, Tebriz evlerinden, Tebriz bahçelerinin güzelliğinden söz açardı. Ben hayatımda hiç Tebriz’de bulunmasam da Tebriz’i görmüş gibi olurdum, geceleri uykuya dalmadan önce Tebriz’in o güzel yollarında gezinirdim.

 

Bir de bizim avlunun tam alt başında Cebrail’in kümesi vardı, bütün mahallede, hatta bizim mahalleden yukarıda ki mahallelerde de meşhur olan bu kümesi Cebrail yapmıştı. Orada sabah akşam temiz kanatları parıl parıl parlayan o bembeyaz güvercinler bütün dünyanın sahibiymiş gibi guruldaşırlardı. Âdeta gökyüzü de tertemiz olurdu, âdeta o bembeyaz sağlam güvecinlerin gurultusu artar, göğün yedinci katına yükselme hevesinden, arzusundan haber verirdi. O zaman Cebrail güvercinleri bizim damımıza kaldırır, sonra bizim damdan kendi damlarına kaldırır ve o güzel güvercinleri uçururdu. Benim o aziz, o sevgili güvercinlerim masmavi gökyüzünde güçlükle sezilecek bembeyaz bir nokta oluncaya kadar uçup giderlerdi. İşte o zaman mahallemizin bütün çocukları, gençleri, hatta bazen mahallemizin erkekleri bile başlarını kaldırıp o tertemiz gökyüzündeki bembeyaz güvercinlere bakarlardı (mahallenin kızları ise pencerelerin arkasına gizlenip gökte uçan o güvercinlere gizli gizli bakarlardı, sanki o güvercinlere açıkça bakmak Cebrail’e bakmak gibi bir şeydi). İşte o zaman benim göğsüm âdeta gözle görülecek kadar kabarır, büyürdü. Avlumuza, yolumuza, sokağımıza sığamazdım, çünkü o güvercinler bizim avlunun güvercinleriydi, çünkü ben o güvercinlere yakın bir adamdım, o güvercinleri yemlerdim, istediğim zaman tımar ederdim, çünkü o güvercinlerin hepsi beni tanırdı.

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız