Preloader image
İÇİNDEKİLER

Acımayı Öğreten Öykü Acımak

Reşat Nuri Güntekin
reşat nuri güntekin

Acımayı Öğreten Öykü Acımak

TRT Kurumunca televizyon dizisi olarak beyazcama uyarlanan Acımak, Reşat Nuri Güntekin’in 1928 yılında yayımlanan sekizinci romanı. Yedi bölümlük dizi halinde izleyiciye sunulan Acımak romanı, genç bir öğretmenin yaşamı izleğinde, iki ayrı anlatımı olan bir öykü içeriyor.

 

Romanın ilk bölümünde anlatıcı, genç öğretmenin anılarını okuyucuyla buluştururken, ikinci bölümde, öykünün diğer yanını yaşayan kişinin günlüklerini aktarıyor ve olayı tüm yönleriyle açıklığa kavuşturuyor.

 

Görünüşte acıma duygusu eksik bir öğretmenin, geçmişinde kalan bilinmeyenleri babasının ölümünden sonra onun günlüğü okuyarak öğrenmesi, Reşat Nuri Güntekin‘in kısa sayılabilecek bu romanının öyküsünü oluşturuyor.

 

ACIMAK'tan

 

Eylül 13…

Bu akşam vapurun güvertesinde bir parmaklığa dayanmış duruyordum. Biraz ötede açılır kapanır sandalyelerde oturan yolculardan birinin dikkatle bana baktığını gördüm.
Kıyafetim pek süflidir. Onun için sokaklarda kadın erkek birçok kimseler dönüp dönüp bana bakarlar. Kimi güler kimi tiksinerek yüzünü buruşturur. Hatta bazen dükkân camekânlarındaki aynaların önünde durarak kendi kendimi hayretle seyrederdim. Yamalı çamurlu elbiseler üstündeki bu baş cidden ibretle görülecek şeydir. Uzun karışık kirli bir saç ve sakal kümesi arasında yer yer morarmış damarlar kan pıhtılarına benzeyen şişlerle dolu bir ayyaş çehresi… Hem feci hem gülünç…

 

Maamafih açılır kapanır sandalyede oturan adamın bakışında bir başkalık hissettim. Ben de ona bakmaya başladım. Akşam serinliğine karşı pardösüsünün yakasını kaldırmış yüzünün bir kısmını saklamıştı, buna rağmen tanıdım. Eski mektep arkadaşlarımdan Cevdet isminde bir çocuktu. Kardeş gibi birbirimizi severdik. Ben sınıfın birincisiydim. O biraz tembeldi. Ekseriya derslerini ve imtihanlarını hazırlamasına yardım ederdim. Mektepten çıktıktan sonra birbirimizi gözden kaybetmiştik. Ne olduğuna dair hiçbir haber alamamıştım. Kılığına kıyafetine nazaran hayatta muvaffak olduğu aşikârdı. Allah versin!…

 

Karşı karşıya bakışırken onun da beni tanıdığını anlamış başımı çevirmiştim.
 Eski ahbaplara muamelem daima böyledir. Onların ben halde bir adamla konuşmak istemeyecekleri muhakkak olduğu için ben daha evvel davranıp kaçarım. Bilmem niçin? Tanımadığım insanlardan yardım istemek bana zor gelmez. Fakat eski bildiklerden ölesiye utanıyorum.

 

Başımı çevirmiş ellerimle parmaklığa dayanarak denize bakmaya başlamıştım. Cevdet yerinden kalktı yanıma geldi. Hafif bir tereddütten sonra:
— Sen misin Mürşit? dedi.
 Suçüstü yakalanmış bir adam gibi sıkılarak başımı salladım.
— Ne yapıyorsun? Ne iş görüyorsun?
 Çok sıkılmış olmama rağmen içimden gayriihtiyarî bir gülme geldi. Bir parmağımla Dolmabahçenin parlak fenerlerini göstererek:
— Sarayda teşrifat nazırıyım dedim. Cevdet de güldü. Hiç beklemediğim bir samimiyet ve merhametle elimi tutup sıktı:
— Vah Mürşit vah…

 

Senelerden beri bu kadar derin tatlı bir merhamet sesi işitmemiştim. Kendimi tutmasam bağıra bağıra ağlayacaktım. Ahali etrafımıza toplanacak ağlayışımı bir sarhoş münasebetsizliği sanarak gülecekti. Bu merhameti hissetmemiş gibi görünerek ben de ona sordum:
— Sen nasılsın?… Hayatından memnunsun ya inşallah?
— Hamdolsun…
— Ne iş yapıyorsun?
— Rumeli sancaklarından birinde mutasarrıfım. Bu intihapta beni mebus çıkardılar.
— Allah daha âlâ etsin…

 

Arkadaşım hangi felâketin beni bu hale getirdiğini sormuyordu. Hayat böyleydi. İnsanlar ayrı
ayrı yollara dağılırlardı. Kiminin tuttuğu yol insanı bu Cevdet gibi muvaffakiyete götürür, kimininki de benim vardığım şahikaya çıkarırdı! Bu bir talih tesadüf meselesiydi. Niçinini nasılını sormak beyhudeydi.

 

Cevdet:
— Sana bir yardımda bulunabilir miyim Mürşit? dedi.
— Geçti dedim. Bu tesadüf bir iki sene evvel olsaydı belki eski arkadaşa bir iyilik edebilirdin. Fakat şimdi… Ölüler gibiyim… Hiçbir şeye ihtiyacım yok… Yuvarlanıp gidiyoruz…

 

Cevdetten beş on kuruş istemek mümkün ama içimden gelmedi ondan alacağımı almıştım. Biraz evvel bana “Vah Mürşit vah!…” diye acıması tasavvur edebileceğim sadakaların en zenginiydi. Fakat o ısrar etti:
— Sana mutlaka bir şey yapmalıyım Mürşit…
Ben cevap vermeyerek gülümsüyordum. Birdenbire aklıma kızım Zehra geldi:
— Bana hakikaten bir iyilik yapmak istiyor musun? dedim.
— Elbette… Ona ne şüphe?
— İki kızım vardı… Biri öldü… Öteki de ya ölecek… Ya ahlâksız olacak… Senin hatırlı ahbapların vardır… Şu çocuğu bir leyli mektebe kabul ettirebilir misin? Böylece hem bir 
masumu kurtarmış hem de bana edebileceğin tek iyiliği etmiş olacaksın…

 

Artık kendimi tutamıyor yüzümü karanlığa çevirerek ağlıyordum. Cevdet bana kuvvetli vaitlerde bulundu. Fakat o herhalde mebusların pek hatırı sayılanlarından olmayacak ki kızımı resmî bir mektebe koyamadı. Ancak bazı dostlarının yardımıyle bir Marabet Mektebine yerleştirdi ki buna da bin şükür…

 

Evlâdımı nihayet o canavarların elinden kurtarmaya muvaffak oldum. Ana kız ikisi de köpek gibi ayaklarıma kapanarak ağlıyorlar:
— Ferihayı toprağa verdik… Zehrayı da elimizden alma!… diye yalvarıyorlardı. Çocuğum bu gece mektepte… Onun şimdi temiz bir yatakta masum çocuklar merhametli muallimler arasında yattığını düşündükçe başıma taç giyerek bir hükümdar tahtına oturmuşum gibi seviniyor gururlanıyor bayram ediyordum. Zehra kurtuldu…

 

Defter burada bitiyordu. Yalnız birkaç sahife ötede okunmayacak kadar karışık ve fena bir yazıyle şu satırlar vardı: “Zehrayı gördüm. Büyümüş hemen hemen bir genç kız olmuş. Dört seneden beri görmemiş olmama rağmen o kadar çocuğun içinde derhal bulup çıkardım. Zehra mektep arkadaşlarıyla beraber bir yere gidiyordu. Allahtan son bir şey isterdim: Kocaman bir hanım olmuş kızımı son bir defa kucaklamak… Fakat buna imkân yok… Çocuğum benden utanır… Ne yapalım elverir ki o bahtiyar olsun.”

 

Zehra defteri bitirdiği zaman ortalık ağarmaya başlamıştı. Titreye titreye yerinden kalktı mumu eline alarak cenazenin yattığı odaya girdi. İhtiyar komşu kadın başında başörtüsü elinde Kuran köşede uyuyakalmıştı. Mürşit Efendiyi ince bir şilteye yatırmışlar üstüne bir eski asker battaniyesi örtmüşlerdi. Battaniye kısa olduğu için ölünün yırtık çoraplı ayakları dışarıda kalmıştı Zehra artık kendini zaptedemedi.
— Baba… Benim zavallı babam… diye feryat etti. Yüzünü yere kapadı gözlerinden sel gibi yaşlar akarak bir ibadet istiğrakı içinde babasının ayaklarını öptü:
— Baba… Zavallı babam… Affet beni…

Zehra birkaç gün sonra Anadoludaki mektebine döndü.
Muallimin artık bir eksiği kalmamıştı.
Acımayı öğrenmişti.

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız