Tanabay, Gülsarı; Savaş Yorgunu Kırgızlar
Aytmatov‘un diğer öykülerinde olduğu gibi yalın, duygulu bir anlatımla 1966 yılında yazdığı Elveda Gülsarı, Kırgız Türklerinin ikinci dünya savaşı yıllarında yaşadıkları derin acılardan izler taşıyor.
Cengiz Aytmatov bunu yaparken öteki yapıtlarında olduğu gibi töreden, söylencelerden, yaralanıyor; halkın, Göçme Oyunu, Kökpar Oyunu gibi toplumu bir arada tutan gelenekleriyle, kötülük çağının yıkıcı izlerini azaltma çabasını aktarıyor..
Öyküde, Tanabay ile onun atı Gülsarı izleğinde, Kırgız Türkleri özelinde, aslında Sovyetler döneminde yaşayan tüm Türk topluluklarının karşı karşıya bırakıldığı zorlu yaşamın nedenleri vurgulanıyor.
Cengiz Aytmatov’un sinemaya uyarlanan öykülerinden Elveda Gülsarı, Türkiye Türkçesine ilk olarak 1993 yılında Refik Özdek tarafından çevrildi.
ELVEDA GÜLSARI'dan...
O yıl Tanabay köy denetim kuruluna üye seçilmişti. Bu yüzden, işi gereği sık sık köye inmek zorunda kalıyordu. Hemen her defasında o kadınla karşılaşır, göz göze gelirlerdi. Onu her görüşünde yüreği kafesinden çıkacakmış gibi heyecanlanır, neşesi yerine gelirdi. Gülsarı onun bu halini gözlerinden, sesinden, el hareketlerinden sezerdi. Kadınla karşılaşınca Tanabay:
– Yavaş ol bakalım Gülsarı, yavaş ol biraz! derdi.
Kadın önde, onlar hemen arkasında giderlerdi. Bazen hiç konuşmaz, bazen de fısıltı halinde konuşurlardı. Böyle zamanlarda sahibinin sesi tatlılaşır, eli yumuşardı. Bu yüzden Gülsarı sahibinin rahatladığını sezerdi. Yine bu yüzden, yolda o kadına rastladıkları zaman sevinirdi.
O günlerde kolhozdaki işlerin pek kötü gittiğini Gülsarı nereden bilecekti? Orada çalışanların eline hiçbir şey geçmiyordu. Denetim kurulu üyesi Tanabay Babasov, merkeze her gelişinde durmadan sorar, yönetimdekileri sıkıştırırdı: “İşler niye kötü gidiyor, ne zaman düzelecek, güzel günler ne zaman gelecek? Halk daha ne kadar sıkıntı çekecek?…” derdi. Sahibinin bu derdini, bu sıkıntıları Gülsarı nereden bilecekti?
Bir yıl önce havalar kurak gitmiş, pek az ürün almışlardı. Kolhoz devlete, paylarına düşenden daha fazla tahıl, daha fazla hayvan vermek zorunda kalmıştı. Çünkü kolhozun tembellikte suçlanmaması için komşu kolhozların eksiğini de kapatmak zorunda kalmışlardı. Bu böyle sürüp gidecek miydi? Kolhozcular ne zaman gün göreceklerdi? Zaman geçip gidiyordu. Savaş yılları ve zafer avuntusu gerilerde kalmış, unutulmaya başlanmıştı. Kolhozcular, kendi bahçelerinde yetiştirdikleri az-buçuk sebze ve kolhozdan aşırabildikleri yiyeceklerle kıt kanaat geçinebiliyorlardı. Kolhozun kasası tam-takırdı. Elde edebildikleri tahılı da, eti de, sütü de devlete maliyetinin çok aşağısında bir para karşılığında vermek zorunda kalıyorlardı. Yazın hayvanlar yayılıp otluyor, olabildiği kadar besleniyor, ama kış gelince açlıktan ölüyor, kırılıyorlardı. Ne ot vardı, ne saman. Koyun, sığır koralarının hali de pek perişandı. Ot-yem saklayacak yerleri, ağıl ambar yapacak malzemeleri bile yoktu. Bunları bulup buluşturup verebilecek kimse çıkmıyordu. Savaş yıllarında bakımsız kalan evlerin perişan hali, yıkık-dökük durumları, şimdi daha da beterdi. Yarım yamalak bir ev kurabilenler, ancak açık-pazarda hayvanlarını, patateslerini satabilenlerdi. Ev yapmak için gerekli malzemeyi ancak onlar bulabiliyordu.
– Hayır yoldaşlar, bu böyle olmamalı, böyle olmayacaktı. Büyük bir yanlışlık var bu işte, büyük bir kusur işliyoruz! diyordu kurul üyesi Tanabay. İşlerin bu kadar kötü gitmesini aklım almıyor doğrusu. Ya biz çalışmasını bilmiyoruz ya da siz yönetmesini…
Muhasebeci bir tomar kağıdı Tanabay’ın önüne sürerek cevap veriyordu:
– Al işte! Bunlara bak da doğru olmayan, yanlış olan neymiş göster! İşte plan, işte ürettiklerimiz, işte devlete verdiklerimiz. Kasaya giren bu, çıkan bu, kalan bu! Kar-kazanç yok. Daha ne istiyorsun? Önce durumu öğren, sonra konuş. Yalnız sen komünistsin de biz hepimiz halk düşmanı mıyız?
Söze başkaları da karışır, kavgaya varan tartışmalar başlardı. Tanabay başını iki eli arasına alır “Nasıl oluyor, neden böyle oluyor?” diye düşünür, dalıp giderdi. Onu bu kadar üzen, kendisinin canla başla çalışması değildi yalnız. Canını sıkan başka durumlar da vardı. Bazı insanlara diş biliyordu. O kişiler Tanabay’ı gördükleri zaman içlerinden “Yaa, nasılmış, gördün mü işleri ne hale getirdiniz!” der gibi kıs kıs güldüklerini, kendisiyle alay ettiklerini biliyordu. “Toprak sahibiyiz, kulakız diye, malımıza mülkümüze el koyarsın ha! Al, idare et bakalım. Sizi açgözlüler sizi! Açgözlü it; hırsız, itten artanı yalar işte böyle. Çek cezanı! Savaşta geberip gidemedin!” der gibiydiler.
Tanabay da onlara sert sert bakıyor ve içinden cevap veriyordu: “Durun hele!! Önünde sonunda bizim dediğimiz olacak, sizin de hakkınızdan geleceğiz!” diyordu. Üstelik o adamlar kendisine yabancı da değildi. Bunlardan biri ağabeyi Kulıbay idi. Sibirya’ya sürülmüş ve savaşa kadar yedi yıl orada kalmıştı. Kulıbay’ın çocukları da babalarına benzemişti. Onun yolundaydılar. Tanabay’ı itten aşağı görüyor, nefret ediyorlardı. Belki onların çocukları da akrabaları Tanabay’dan nefret edeceklerdi. Nefret etmelerinin bir sebebi vardı elbet. Aradan çok zaman geçmiş olsa da, ona yaptıkları Kulıbay’ın ve oğlunun yüregini kanatmış, taş gibi oturmuştu. Kulıbay’ı, “Sen bir kulaksın!” diye sürdürmesi gerekir miydi? O, orta halli iyi bir çiftçi değil miydi? Kulıbay, babasının birinci karısından, Tanabay ise daha küçük ikinci karısından doğmuştu. Ama, Kırgız töresine göre, bir babadan olan çocuklar, bir anadan doğmuş gibi karındaş sayılırlar. Buna göre Tanabay öz kardeşine el kaldırmış, öz kardeşine kötülük etmişti. O günlerde herkes bu olayı konuşmuş, dedikodusunu yapmıştı. Bugün geriye dönüp şöyle bir bakıyordu da, çok başka yargılara varıyordu. Tanabay ne yapmışsa kolhozun iyiliği için yapmıştı. Ama böyle mi yapmalıydı? Böyle yapması mı gerekirdi? Önceleri haklı olduğundan hiç kuşkusu yoktu, ama savaştan sonra, zaman zaman bu olayı uzun uzun düşünürdü.”Kendime de, kolhoz’a da boş yere düşman kazanmış değil miyim? “derdi kendi kendine.
O bu düşünceler içinde yüzerken yoldaşları onu dürtüp uyandırır:
Ey, Tanabay, niye sesin çıkmıyor, uyuyor musun yoksa? derlerdi. Sonra yine başlardı o gürültülü tartışma: Kış ortasında ev ev dolaşarak gübre toplamak, sonra da götürüp tarlalara atmak gerekiyor, ama arabaların tekerlekleri yok, onarmak için kereste ve demir çember gerek. Bunları almak için para nerede? Kim borç verir? Verse bile sonra nasıl öderiz? Banka boş sözlere güvenip kredi vermezdi. Eski sulama arkını da onarmaları, yenilerini açmaları gerekiyordu. Bu, başlı başına büyük bir işti ve üstesinden gelemezlerdi. Kış günlerinde toprak donar, kaskatı olur, kazma batmazdı. Bu yüzden kimseyi çalıştıramazlardı. Bahar gelince yapılacak ertelenemez başka işler vardı. Döllenecek hayvanları ayırmak, tohum ekmek, halka ve hayvanlara yakacak, ot toplamak… Bütün bu işlerden yeni arklar açmaya vakit kalmıyordu. Peki, koyun Korasını, döl alma zamanı için gerekli kapalı korayı nereye, nasıl kuracaklardı? Koranın damı delinmiş, akıyor. Yetecek kadar ne ot var ne de başka yem. Sağıcılar da süt sağmaya yanaşmıyorlardı. Sabahtan akşama kadar çalışacaklar da ellerine ne geçecekti? Kısası, kısa iple kirmev düğüm[1] bağlanamıyordu. (Delik büyük, yama küçüktü.) Daha nice işler nice sorunlar vardı! Bütün bu işler düşününce insan ürperiyordu.
Durum böyle de olsa, cesaretlerini yitirmeden, bel-boyun eğmeden, parti toplantılarında ve kolhoz başkarmasında (idaresinde) sorunları dile getiriyor, çare arıyorlardı. Kolhozun başkarması (başkanı) Çora idi. Tanabay onun değerini çok sonra anlamıştı. Eleştirmek kolaydı. Tanabay’ın işi yalnız yılkılara bakmaktı, yalnız yılkıdan sorumluydu. Oysa Çora kolhozun bütün işlerinden sorumluydu. Her şey ondan sorulurdu. İşler iyi gitmeyince çalışanlar onun yakasına yapışıyor, merkezdekiler sık sık çağırıp ondan hesap soruyor, azarlıyor; kıtlık, parasızlık onun sorunu oluyor, ama o yine de yılmıyor, gece gündüz çalışıyordu. Tanabay onun yerinde olsa, çıldırır, kendini asardı. Oysa Çora, hasta kalbiyle sonuna kadar direnmiş, kolhozun işlerini yürütmüştü. Kolhoz başkanlığından sonra iki yıl da partiyi örgütleme işinde çalıştı. Çora, insanlarla nasıl konuşacağını, onları nasıl ikna edeceğini çok iyi bilirdi. Tanabay kaç kez öfkeli bir şekilde hesap sormak için gelmiş, ama her defasında, Çora’yı dinledikten sonra sakinleşmiş, ideallerinin gerçekleşeceğine olan güveni tazelenmiş olarak ayrılmıştı. Yalnız bir defa, Çora’ya olan güveni sarsıldı. Ama bunda da asıl suçlu yine kendisiydi…
Tanabay, toplantı odasından kaşları çatılmış, surata asılmış olarak çıktığı, bir hışımla ata bindiği, dizginlere sıkı sıkı asıldığı zaman, onun hangi ağır düşünceler ve dertler içinde olduğunu Gülsarı bilemezdi. O yalnız öyle zamanlarda sahibinin mutsuz olduğunu sezerdi. Tanabay ona hiçbir zaman kırbaç vurmuş değildi, yine de öyle olduğu günlerde ondan korkardı. Ama, yol üstünde o kadına rastladıkları zaman, sırtındaki ağırlığın birden bile hafifleyeceğini, sahibinin yumuşayıp dizginleri çekeceğini, onu durduracağını, kadınla fısıldaşarak konuşacaklarını bilirdi O zaman kadın parmaklarıyla onun yelesini tarar, boynunu okşardı. Hiç kimsenin elleri o kadının elleri kadar yumuşak, okşayıcı değildi. Ak sakarlı doru kısrağın dudakları kadar sevimli, sıcak ve yumuşaktı onun elleri. Bu kadının gözleri de yeryüzünde başka hiç kimsede yoktu. Tanabay eğerin üzerinde yana doğru eğilerek konuşurdu onunda. Kadın bazen gülümsüyor, bazen kaşlarını çatıyor, bazen de ‘olmaz!’ anlamında başını sallıyordu. Gözleri, şırıl şırıl bir derenin dibinde ay ışığı vuran taşlar gibi parlar, bir açılır, bir koyulaşırdı. Ayrılıp uzaklaşırken kadın bir kez daha arkasına bakar, başını sallardı.
Bundan sonra Tanabay derin bir düşünceye dalardı. Dizginleri gevşetir, yorgayı kendi haline bırakırdı. O da bildiği yoldan, hafif hafif yorgalardı. Sahibinin eğer üstünde olduğunu unuturdu. İkisi birbirlerinden habersiz kendi kendilerine giderlerdi sanki. Sonra hafiften bir yır duyulurdu. Tanabay hafif sesle bir türkü söyler, sözleri pek anlaşılmazdı, ama herhalde anılarda kalmış yiğitlerin yaşadığı dönemi ve onların aşklarını, acılarını anlatan sözlerdi bunlar. Gülsarı, çok iyi bildiği yoldan, çayı geçerek ta yaylaya götürürdü sahibini…
Gülsarı öyle zamanlarda sahibini çok severdi. O kadını da severdi kendince. Onu uzaktan görür görmez, yürüyüşünden, duruşundan hemen tanırdı. Özellikle kokusundan anlardı o olduğunu. Onun kokusunu, sevdiği, çok iyi bildiği hoş bir otun kokusuna benzetir ve öyle algılardı. Karanfil kokusuydu bu. Kadın, kurumuş karanfil tanelerini boncuk gibi dizerek bir kolye yapmış, onu taşıyordu boynunda.
– Bak, görüyor musun Bibican! Seni nasıl da seviyor… Hadi, biraz daha okşa onu! demişti Tanabay. Bak kulağını nasıl buzağılar gibi indiriyor… Yılkıda olsa hiç böyle sakin durmaz. Bıraksam aygırlarla it gibi dövüşür. Ama bırakmıyorum, aygırlar bir yerini incitir diye korkuyorum, ne de olsa daha pek genç. Sık sık eyerleyip binişim de bu yüzden zaten…
Kadın imalı, dalgın bir cevap vermişti:
– Evet, Gülsarı beni seviyor…
– Ne yani? Başkaları sevmiyor mu demek istiyorsun?
– Öyle demek istemedim, biz unumuzu eledik, eleğimizi astık artık, ben yalnız senin adına üzülmek istemiyorum…
– Benim için üzülecek ne var ki?
– Çünkü sen başkasın, sonra çok üzülürsün.
– Peki sen?
– Kaybedecek neyim var ki? Ben bir dulum… Cephede ölen bir askerin karısı. Ama sen…
– Ben de denetim komisyonunda üyeyim. İşte, şimdi seni denetliyorum, diye işi şakaya vurmak istemişti Tanabay.
– Ama çok sık denetler oldun. Dikkat et ha!
– Ne suçum var ki? Buradan geçiyordum, sen de geçiyordun, karşılaştık. O kadar. Ne var bunda?
– Bu benim her zamanki yolum, ama şimdi asıl yoluma sapıyorum. Konuşmaya vaktim yok, hadi hoşça kal.
– Bibican, dur, bekle biraz!
– Niçin durayım Tanabay? Neye yarar? Sen akıllı adamsın. Benim derdim zaten başımdan aşıyor.
– Beni ne sanıyorsun, düşmanın mı?
– Hayır, ama kendinin düşmanısın sen.
– Nedenmiş o? Nasıl böyle düşünüyorsun?
– Sen ne dersen de, öylesin.
Ve kadın kendi yoluna yürüyüp gitti. Tanabay, görevi gereği dolaşıyormuş gibi, bir sokaktan öbür sokağa geçti ve sonra atın başını değirmenden yana çevirdi, oradan okulun önüne gidip baktı. Aslında gözünü belli bir yönden ayırmıyor, döne dolaşa kadının kaynanasının evinden çıkmasını bekliyordu. Bibican işe giderken küçük kızını kaynanasının evine bırakırdı, işten çıkınca da gelip onu alırdı. Onun, kızının elinden tutup evden çıkışını, köyün kenarında bulunan kendi evine gidişini görmeden, onu bir kez daha seyretmeden ayrılmak istemiyordu oralardan. Bircan da onun uzaktan kendisi de baktığını seziyor, biliyor ama ona bakmamaya çalışıyordu. Kadının her halini seviyordu Tanabay: yürüyüşünü, koyu renkli başörtüsünün içinde daha beyaz görünen yüzünü, kolundan tutup götürdüğü kızını… Peşlerinden koşup gelen küçük köpeği bile seviyordu.
Sonunda Bibican kendi evinin avlusuna girip kayboluyordu. Bundan sonra Tanabay da kendi yoluna devam ederdi ama, kadın yine hayalinde, gözlerinin önünde olurdu: işte şimdi Bibican evinin kapısını açıyordu, yama üstüne yama vurulmuş iş elbisesini çıkarıp, entarisi ile kuyuya su almaya gidiyordu. Sonra ateşi yakıyor, su ısıtıyor, çocuğunu yıkayıp temizliyordu… İşte şimdi köyün sığırları meradan dönüyor, o da kendi ineğini karşılıyordu… Artık, kapkaranlık ve sessiz evde yatağına girdiği zaman, Bibican, Tanabay’la kendisinin birbirlerini sevemeyeceklerini düşünürdü: Tanabay evli barklı bir adamdı. Onun yaşında birine âşık olması doğru olmazdı. İyi bir insandı o, ama her şey zamanında olmalıydı. Üstelik Tanabay’ın iyi bir karısı vardı ve onu incitmemeleri gerekirdi… Kadın, kendisini ve Tanabay’ı işte bu gerçeklere inandırmaya çalışıyordu.
Kadın böyle düşünüyordu ama bu düşünceler Tanabay’ı umutsuzluğa, mutsuzluğa sokardı: “Kaderimiz böyleymiş, neylersin!” der, gözleri çayın karşı yakasındaki sisli havaya çevrilir ve yanık bir türkü tuttururdu. O zaman her şeyi unuturdu: kolhozu, çoluk-çocuğu, dostu, düşmanı, geçmişi, geleceği, her şeyi… Uzun yıllardan beri kendisine dargın olan üvey ağabeyi Kulıbay’ı, zaman zaman düşlerine girip onu kan ter içinde yataktan fırlatan savaş günlerini, bütün gerçekleri , her şeyi, her şeyi… Atın çayı nasıl geçtiğini, sonra karşıda yola nasıl devam ettiklerini hiç fark etmezdi. Ancak yorga üyire yaklaştıklarını sezince yürüyüşünü birden hızlandırır ve Tanabay da kendine gelerek dizginlere asılırdı:
– Trrr Gülsarı! Telaşın ne? derdi.
Dediğim gibi, Tanabay için de, yorga için de çok güzel bir dönemdi o. Yürük atın ünü, futbolcunun ününe benzer. Daha düne kadar mahalle arasında top peşinde koşan bir bacaksız bir de bakarsın bütün ülkeye nam salar, el üstünde tutulan bir şöhret odur. Gol atmaya, ağları dalgalandırmaya devam ettikçe ismi de yayılır. Ama giderek yıldızı sönmeye başlar, sonunda unutulup gider. Onu ilk unutanlar da, genellikle vaktiyle ona övgüler süzüp göklere çıkaranlar olur. O anlı şanlı futbolcunun yerini başkası alır.
Yarış kazanan atın ünü de öyle başlar, öyle biter. Yarış kazandıkça ünü yankı yankı yayılır. Atla insan arasındaki tek fark, atın atı kıskanmamasıdır. Atlar bu konuda kıskançlık nedir bilmezler. Tanrı’ya şükür, insanlar da atları kıskanmayı henüz öğrenemediler. Böyle diyoruz ama belki yanılıyoruz. Kıskançlığın doksan türlüsü varmış. Sahibine düşmanlık etmek için atının maytabanına (toynağın yumuşak ortasına) çivi çakanları da biliyoruz. Hay atı kıskanan zavallı hay! Neyse bırakalım bunu…
İhtiyar Turgay’ın dedikleri oldu. O yılın baharında yorganın yıldızı iyice parladı. Genci yaşlısı herkes tanıdı onu. Bilmeyen kalmadı: “Gülsarı!”, “Tanabay’ın yorgası”, “Köyün övücü, gururu…” diyor, onu dillerinden düşürmüyorlardı.
Daha ’R’ sesini bile telaffuz edemeyen, henüz koşup tozlu topraklı sokaklarda atçılık oynamaya başlayan çocuklar bile hep “Gülsarı” olmak isterlerdi. “Ben Gülsarı’yım” derdi biri. “Hayır, Gülsarı benim!” diye itiraz ederdi öteki: Annee, baksana şuna, Gülsarı’nın ben olduğumu söyle! Hadi Gülsarı, deeeh! Zuvvv!”
[1] Kirmev düğüm: Gemicilerin izbarç bağına benzeyen ama ondan daha sağlam, kısa iple atılamayan bir düğüm.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa