Preloader image
İÇİNDEKİLER
Title Image

Eflatun Cem Güney’in Masallar Betiği

Eflatun Cem Günay
Eflatun Cem Günay masallar

Eflatun Cem Güney’in Masallar Betiği

HER MASALIN BAŞI

“Bizim de bir masal dünyamız var, uçsuz bucaksız bir dünya bu! Keloğlan’ı da içine alır, Köroğlu’nu da; peri kızını da içine alır, dev anasını da; seni de içine alır beni de gene de bir fındık kabuğuna sığar, yedi dünyaya sığmaz. Hani, şu masal dünyasını bir dönüp dolanayım diye demir çarık, demir asa yola düşseniz; dere, tepe düz, altı ayla bir güz gitseniz, bir arpa boyu yol gidersiniz ancak! İyisi mi, gelin derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçerek; lale, sümbül derleyip soğuk sular içerek; daha da yorulursanız Hızır’ın atına binerek bir tandır başına götüreyim sizi

 

Vay ne masallar, ne masallar var orada; makas kesmedik, iğne batmadık masallar! Oturup bunları dinlemekle kalkıp şu dünyayı dolaşmak bir bence… Öyle ya masal deyip geçmeyin, kökleri vardır geçmişte dayanır durur dağ gibi… Dalları var üstümüzde, yeşerir gider bağ gibi… Ama anlatılacağı gibi anlatılırsa… Zira asıl tadı anlatılışındadır bunların, hele masal ağzıyla iki tekerleyip bir yuvarlamasını bilen masal ustalarından dinlenirse tadına doyum olmaz doğrusu. Ha, işte bu niyetle sizi bir tandır başına götüreyim dedim ama bir yer bulabilirsek ne mutlu! Çünkü Allah’ın kışı, tandırın başı olur da kim gelmez? Çağrılan da gelir çağrılmayan da, haylanan da gelir huylanan da, ahlanan da gelir ohlanan da, Kambur Ese de gelir Sarı Köse de; hasılı, seyrek basandan sık dokuyana, bir taşla iki kuş vurandan her yumurtaya bir kulp takana kadar kim var, kim yok, sırtı bütün, karnı tok…

 

Cümlesi gelir toplanır ama masalcıbaşıyı masala başlatmak kolay mı? Mübarek, kendini naza çektikçe çeker, onu söyletmek için her biri bir dereden su getirmeye başlar. Kimi yukarıdan atıp aşağıdan tutar, kimi ağzını yumup dilini yutar; kimi ince eğirip sık dokur, kimi süt dökmüş kedi gibi oturur; kimi akıntıya kürek çeker, kiminin kırdığı ceviz kırkı geçer; daha daha bir yığın maval martaval derken masalcımızın çenesi açılır, gayri öyle bir dizip koşar ki ağzından bal akar, dili de kaymak çalar balın üstüne! İmdi, kalem benim, söz onun; nokta benim, harf onun, okuyun okuyabildiğiniz kadar. Okudukça gönlünüz gül olup açılacak, diliniz de bülbül olup şakıyacak.”

Eflâtun Cem Güney

MASALLAR'dan...

KARAYILAN

 

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cinler cirit oynar, eski hamam içinde. Hamamcının tası yok, oduncunun baltası yok; sokakta bir tazı gezer, boynunda halkası yok… Ebeler, dedeler, kırklar, yediler; parayla biter her iş, dediler. Duydun mu Memiş; parasız yemiş, hiçbir dükkânda verilmezmiş. Haydi öyleyse, haydi öyleyse Kambur Ese, Kara Köse, dereden siz gelin, tepeden ben; sandığa siz girin, sepete ben, haya huya, bizim gemi çıksın yola!

 

Cebimizde fındık, bu yola çıktık; gittik de gittik, gide gide gittik. Var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin hâli budur hey! Bağ ama ne bağ, bağ üstünde bir dağ, dağ üstünde bir bağ, daha daha bir dağ, daha daha bir bağ, derken bir değirmen, üç merdiven; taş merdiven, tahta merdiven, toprak merdiven! Taş merdivenden çıktım yukarı, tahta merdivenden indim aşağı, toprak merdivenden girdim içeri. Bir de ne göreyim: Değirmencinin biri değirmen çeviriyor, karısı da oturmuş yün eğiriyor, aralarında da bir kara kedi! Vay ne kedi, ne kedi, deme gitsin! O kedideki göz, o kedideki kaş, o kedideki burun, o kedideki baş, o kedideki yüz, o kedideki kulak, ille o kedideki kuyruk, öyle uzun, öyle uzun, öyle uzun ki dünyayı yedi defa sarıp sarmalıyor da yine de yetip artıyor! İnanma bugün salı, kesme bastığın dalı, dinle de maşallah de, bu geceki masalı…

 

Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş, çok söylemesi günahmış. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir ulu padişah varmış. Dağa taşa hükmü yürür, kurda kuşa sözü geçermiş ama gel gelelim felek insanı güldürmezse güldürmezmiş. Bu padişahın da darıdünyada bir evladı olmadığı için düşündükçe düşünür, kurdukça kurarmış: “Bir gün vadem yeter de göçüp gidersem tacım tahtım eller elinde kalacak, şu koca saltanatın yerinde yeller esecek!” diye…

 

Hani bu uğursuzluğa uğramamak için de ne demişlerse yapmış; adaklar adamış, kurbanlar kesmiş, gece dememiş, gündüz dememiş, yeri göğü yaratana yalvarıp yakarmış: “Dört helallim var, perde yüzünde. Hiçbirinin yoktur dünya gözünde; Kadir Allah kadirsin, yüzümüzü güldürüp gözümüzü kapayacak bir evlat ver bize! Bin beş yüz ineğim sağılıyor, körpe danalı; iki yüz cariyem dolanıyor, eli kınalı; emlik kuzu gibi emzirilip el üstünde büyütülecek bir evlat ver bize! Saraylar kurdurdum, köşkü beraber; içinde bahçesi, suyu beraber. Bu köşklere kurulup bu gülleri derecek bir evlat ver bize! Ulu ulu bezirgânlarım Hint’te, Yemen’de; türlü türlü kuşlarım yurtta yuvada. Giyip kuşanacak, varıp avlanacak bir evlat ver bize!” Ama yer demir gök bakır, bir güne bir gün duası kabul olmamış.

 

Padişahın yaşı başı ilerledikçe gamı kasaveti de artar; hele bir gün öyle bunalır, öyle bunalır ki kendini tutamaz da: “Hey Allah’ım! Varsın varlığını göster, ver bana bir oğlan da ister yılan olsun, ister çıyan!” der der de tepinir.

 

Meğerse hacet kapılarının açık olduğu saat, o saatmiş, dileği yerini bulur, bulur ama ne bulur! Aradan dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat, dokuz dakika, dokuz saniye geçer, küçük sultanın ayı günü dolup ağrısı tutar. Aman bir sancı, bir sancı! Sultan hanımı yere göğe sığmaz eder. Hemen ebelere haber gider, gider ama neye derler ki insan büyük lokma yemeli de büyük söz söylememeli! Hacet kapıları açık olmaya görsün! Dileğin biri yerini bulur da biri yerde kalır mı? Padişah, oğlan olsun da isterse yılan olsun dememiş miydi? Tamam işte, dilediği gibi bir oğlan ama bu oğlan bir kara yılan! Geleni sokar, gideni sokar, vurup öldürmedik ebe bırakmaz, koca memlekette göbeğini kesip kundağını saracak kimseler kalmaz.

 

Harem ağalarının ayakları peşlerine takılır, dört bir yana dağılırlar kıyıda bucakta unutulup kalmış bir ebe bulmak için. Sora sora bir evin önünden geçerken önlerine bir kadın çıkar, bunları eni konu dinler dinler de: “Hımm!” eder, “Benim bir üvey kızım var, ebe mi dedin ebe! Ebelerin ebesi. Yapsa yapsa bu işi o yapar velakin ağırlığınca altın isterim!” Harem ağaları: “Bre kadın ana, altının incinin de sözü mü olur? Bu iş bir hâle yola konsun da dile padişahımızdan dilediğini!” derler. Bunun üzerine kadın üvey kızını çağırır: “Kız, anan seni Kadir Gecesi doğurmuş; şehzadenin doğumuna gideceksin. Giyin, kuşan da düş ağaların önüne.” der.

 

Kızcağız ağzını açıp da ne “he” der ne “yok” der, gelenlerin önüne düşler, yolda da bir laf etmez ancak garipler mezarlığının önünden geçerken: “Başı büyük ağalar, başa yazılan gelir. Benim anam şu kara kara servilerin altında yatıyor, ziyaret etmeden bir işe başlarsam uğursuzluğa uğrarım. Ben beni kayırmam ama sizin yüzünüz kara çıkar, gelin izin verin de anacığımın toprağına bir yüz süreyim.” der.

 

Harem ağaları uğur sözünü duyunca uğursuzluk etmezler. Bir duvarın dibine çömelip beklerler, kızcağız da varır anasının mezarına kapanır: “Ana ana, canım ana! Sana geldim sana. Kimim var, kime gideyim; boynumu kime bükeyim, derdimi kime dökeyim? Üvey anam kanıma susadı, beni Şehzade Karayılan’a ebe yaptı, yola çıkardı. Duydun mu anam, duydun mu? Şimdi ne yapayım, nasıl edeyim, biliyor muyum, bilmiyorum!” diye yalvarır.

 

Anası da toprağın altından seslenir ona: “Kızım kızım, kara yazılı kızım! Başına gelenleri kara yel duymuş, servi dala söylemiş. O da eğildi bana söyledi, gam yiyip kasavet çekme kızım! Seni öldürürse üvey anan olacak sarı yılan öldürür; Şehzade Karayılan kılına bile dokunmaz, sen saraya varır varmaz bir altın kutu iste; iki yanında iki kulpu, yedi delikli bir kapağı olsun; yedi inekten sağılmış, yedi bakraç süt korsun, tutup yılana doğru uzatırsın, o gelip içine düşer; sen hemen kapağı kapa ve götürüp elmas beşiğe yatır. Yine başın bir derde düşerse ne babalığını unutan babana boynunu bük ne de üvey anana yüz suyu dök. Beni an, bana gel; toprağım kokunu alır, kokularım korkunu alır, korktuğuna uğramazsın. Haydi benim reyhan kızım!”

 

Kızcağızın yüreğine bir su serpilir, ne korkusu kalır ne kuruntusu. Eğilir anasının toprağını öper, doğrulur harem ağalarının yanına döner. Yine ağızsız dilsiz önlerine düşler. Yol gider, onlar gider; padişahın sarayına her geçeden yol gider, kâh bu geçeden kâh o geçeden derken saraya yeterler. Anasının kızı, anasının dediğini yapar. Karayılan altın kutuya düşünce hemen kapağı kapar, götürüp elmas beşiğe yatırır. Bu kızda bu zekâ, görülmeye seza! Bütün saray şaşırıp kalır koca bir memlekete şan olur. Öyle de tok göz tok gönül ki önüne hazineler açılır, almaz; altına arabalar çekilir, binmez; geldiği gibi gider.

 

Onun sağ selamet, şan şöhret döndüğünü görünce üvey anası çat diye çatlar ama ortasından ikiye bölünmez. Ne ise o ikiye değil, on ikiye, yüz ikiye bölük bölük bölünesice kendini yiyedursun, başka düzen kuradursun biz gelelim yine Şehzade Karayılan’a. Saray içinde bir oda, odanın içinde bir altın kutu, kutunun içinde Şehzade Karayılan, baş ucunda da anası sultan. Ne bir cariye ne başka bir insan! Babasının bile ayda yılda bir yüzünü görür. Oturursa anasıyla oturur, konuşursa anasıyla konuşur yoksa süt içerek uyur, süt içerek büyür, yedi ayda yedi yaşına basar.

 

Bir gün bir ıslık çalar: “Ana, ana hişt der; padişah babama söyle; hocalar mı tutacak, hocalar tutsun; kitaplar mı bulacak, kitaplar bulsun; nasıl okutacaksa okutsun, adam etsin beni.” Ana sultanın sevinciden ağzı kulaklarına varır: “A benim şehzadem; sen okumak istedikten geri, hoca da bulunur kitap da. Yarından tezi yok hocanın eskisini, kitabın yenisini buldurur padişah baban. Haydi sen gir kutuna, iç sütünü ve uyu sabaha kadar.” der, kendi de kalkıp padişaha müjdeye gider: “Ey benim padişahım; oğlun Karayılan okuyup adam olacakmış! Hoca istiyor, kitap istiyor, ne dersin bu işe?” der.

 

Padişah da: “Ey benim sultanım! Ne diyeceğim? Uğurdur derim. Şehzademiz okuyup adam olsun da ona sözü geçkin hocalar da bulurum, yazısı seçkin kitaplar da…” diye cevap eyler ve sabah sabah ünlü sanlı bir hoca kara kaplı bir kitapla sarayın kapısından girer, hemen kapıaltı ağaları karşılayıp şehzadenin hücresine götürürler. Şehzade kutusundan çıkar; bir kıvrılır, bir uzar, derken bir vuruşta hocayı yıkar yuvarlar. Arkasından kelli felli bir hoca daha gelir, ona da vurur, onu da öldürür, gayrı geleni öldürür, gideni öldürür; dünya yüzünde tek bir hoca kalmaz vesselam!

 

İş harem ağalarına düşler! Dört bir yana dağılır, kapı kapı aranırlar. Gene o evin önünden geçerken uğurlarına üvey ana çıkar, harem ağalarını dinler, dinler de sonunda: “Bre ağalar, hepiniz mi aklınızı yitirdiniz? Koca sarayda hiç mi bu işleri bir teraziye vurup tartan yok? Böyle bir şehzadenin ebesi kimse, hocası da o olur elbet! Ne diye başka hoca arıyor, el âlemin kanına giriyorsunuz?” der. Harem ağalarından biri: “Hay ağzına diline sağlık kadın ana, bu dediklerini bir akıl eden olmadı sarayda, hemencecik gidip yetiştirelim, görelim, ne deyip koyacaklar?” der ve yüzüstü dönerler, varır ağaların ağasına hikâye ederler. O da çıkıp padişaha nakleder, padişah da vezir vüzerasını toplar. Onlar da eni konu düşünüp taşındıktan sonra üvey anayı haklı bulur, “Doğrudur, ebesi kimse hocası da o olur.” derler, başka bir şey demezler.

 

Harem ağaları gerisin geri döner, üvey anayı bulup ebe kızı, hoca kız olarak isterler. Kızcağız yine üvey anasına karşı ağız açıp da ne “he” ne “yok” der, düşer ağaların önüne, yürüyüp gider; yolda da bir laf etmez ama mezarlığın önünden geçerken: “Başı büyük ağalar, başa yazılan gelir. Benim anam şu kara servilerin altında yatıyor, ziyaret etmeden geçersem bir uğursuzluğa uğrarım, sizin de yüzünüz kara çıkar, benim de. Gelin izin verin de varıp mezarına bir yüz süreyim.” der.

 

Harem ağaları da yüzlerinin kara çıkmasından korktukları için kara laf etmezler, bir gölgeye çekilip dinlenirler, kızcağız da varır anasının mezarına kapanır: “Ana ana, canım ana, sana geldim sana! Kimim var, kime gideyim? Boynumu kime bükeyim? Derdimi kime dökeyim? Üvey anam yine kanıma susadı; Karayılan’a ebe etti, öldüremedi, hoca yapıp öldürmek istiyor. Şimdi ne yapayım? Nasıl edeyim? Biliyor muyum, bilmiyorum.” diye yalvarıp yakarır.

 

Anası da toprağın altından seslenir ona: “Kızım kızım, kara yazılı kızım! Başına gelenleri kara kurt duymuş, kara dağa söylemiş, o da uzanıp bana söyledi gam yiyip kasavet çekme kızım. Seni öldürürse üvey anan olacak sarı yılan öldürür. Şehzade Karayılan kılına bile dokunmaz. Sen baş ucumdan bir gül dalı kopar, ayak ucumdan da bir kızılcık dalı. Alırsın şehzadeyi karşına oku dersin, okur; dur, dersin durur. Olur ya, olamaz mı? Okuyacağı gibi okumaz, duracağı gibi durmazsa kırk defa gül dalıylavurursun, bir defa da kızılcık dalıyla. Kırk gün sonra uslu uslu oturur, usul usul okur. Bu işin de sonu uğurdur, uğur. Yine başın bir dara düşerse ne babalığını unutan babana boynunu bük ne de üvey anana yüz suyu dök. Beni an, bana gel! Toprağım kokunu alır, kokularım korkunu alır, korktuğuna uğramazsın, haydi benim reyhan kızım!”

 

Kızcağızın yüreğine bir daha su serpilir, ne korkusu kalır ne kuruntusu. Eğilir anasının toprağını öper, doğrulur harem ağalarının yanına döner; yine ağızsız dilsiz önlerine düşer. O gider, onlar gider; onlar gider, o gider; derken saray kapısından gider. Vay sen misin gelen? Cariyelerin genci kocası “şehzademizin hem ebesi hem hocası” diye el üstünde tutarlar; ağrıtmadan, incitmeden götürürler şehzadenin odasına.

 

Kızcağızın ölüsü mü çıkacak, dirisi mi? Onlar dışarıda iyiye kötüye yoradursun, kız içerde naçar, altın kutunun kapağını açar. Karayılan başını kaldırır, tanıyacakmış gibi bakar bakar da sonra:

“Ebemmm!” der, kız da ona “Bebemm!” der ve altın kutusundan çıkıp hocasının dizi dibine kıvrılır, “Hocamm!” der, kız da “Seni okutacağım!” der.

 

Anasının kızı, anasının dediğini yapar; kırk kere gül dalıyla vurur, bir yolda kızılcık dalıyla… Derken şehzadenin zihni gül olup açılır, dili de bülbül olup söyler: Elif!.. Padişah babası duyar: Elif!.. Sultan anası duyar: Elif!.. Cariyeler duyar: Elif!.. Harem ağaları duyar: Elif!.. Derya duyar: Elif!.. Dünya duyar: Elif!..

 

Bir gün böyle, üç gün böyle, beş gün böyle, kırkıncı gün Karayılan kara kaplı kitabı hatmeyler. Aktan karadan anlar bir insan olur, olur ama huylu huyundan, soylu soyundan geçer mi? İstediği kadar kaleminden kan damlasın, satırları su gibi içsin… Şehzade kitabın başına geçti mi insan, altın kutuya girdi mi yılan oluyor amma duyanlar bu kadarına da şükreder, saray şenlenir! Şenlik yapar, memleket donanır bayram eyler.

 

Ebesi kız, hocası kız bir daha dillere destan, dünyalara şan olur. Dedik ya, tok göz tok gönül! Önüne hazineler açılır, eğilip almaz; altına arabalar çekilir, dönüp bakmaz; yine geldiği gibi döner, döner ama onun böyle sağ selamet, şan şöhret döndüğünü gören üvey anası, bir daha çat diye çatlar ama ortasından, paramparça olasıca yine, ikiye bölünmez. Sadece asık bir suratla “Geldin mi yine evimin kedisi!” der. Kızcağız duyar, duymazlıktan gelir; başını dolayıp ocak başına geçer.

 

Yine gün batar, akşam olur, gün doğar sabah olur, böylece günler geceleri, geceler günleri kovalar; üvey ana da üvey kızının kâh bu hâlini iğneler kâh şu hâlini burgular. Gelgelelim ne geceler güne yetişir ne de üvey ana üvey kızını ortadan kaldırıp muradına erişir. Bu öylece duradursun, üvey ana kuduradursun biz gelelim şehzadeye.

 

Yıldan yıla serilip serpilir ve günlerden bir gün padişah babasına karşı gerilir: “Yaşım vardı on beşine değdi, gayrı durmayın, baş göz edin beni!” der. Padişah da: “A benim şehzadem, elini sallasan ellisi, samur saçlısı, sırma tellisi. Beğen beğendiğini, söyle sevdiğini.” der. Ne ise, Şehzade Karayılan, beğenir beğendiğini, söyler sevdiğini; toy, düğün eder hemen, alırlar onu. Amma velakin kızcağızı sabaha sağ bırakmaz, yüzündeki tel duvak bir kanlı kefen olur. Bir daha alırlar, onu da öldürür; daha birini alırlar, onu da öldürür. Böylece elli gecede ellisi. Ne samur saçlısı ne sırma tellisi… Dünya yüzünde kız kalmaz vesselam!

 

Yine harem ağaları sıvar kolları, tutar yolları, her kapıyı çalar, her yere baş, herkese taş vurulur suyu tastan içip ayı bacadan seyreden bir kız bulmak için. Öyle arar tararlar ki ayaklarına kara su iner, tam umutlarını kestikleri sırada yine uğurlarına üvey ana çıkar: “Uğurlar ola ağalar, yine ne oldu, nasıl oldu ki iki ayağınız bir pabuca girdi böyle?” der, sonra olup biteni, her vadesi yeteni onlardan dinler, dinler de: “Hey ağalar, koskoca sarayda hiç mi umur görmüş, ömür sürmüş biri yok ki ceviz kabuğunu bile doldurmayan bir işin içinden çıkamadınız. Şimdi ben de desem mi, demesem mi? Haydi deyim gitsin: Ağalar ağalar, bu şehzadenin ebesi kim, hocası kim ise eşi güneşi de o olur. Duyup duymadık demeyin, varıp böylece söyleyin, söyleyeceğiniz yere.”

 

Harem ağaları bunu duyar duymaz yerlerinde duramaz, ayakları sevinçten yere basmaz, öyle ki saraya varır varmaz ağayı da hatunu da unutur, bir solukta divan odasını boylarlar, meğerse padişah, vezir vüzerasını başına toplamış da bu müşkülü bir dala kondurmaya çabalıyorlarmış amma ne yapacaklarını, nereye konduracaklarını bir türlü bulamıyorlarmış. Harem ağaları yetişip de duyup öğrendiklerini nefes nefese anlatınca üstlerinden bir değirmen taşı kalkmış gibi hepsi geniş bir nefes alır ve hep bir ağızdan: “Doğrudur padişahım, gayrısı yalan! Doğrudur padişahım, gayrısı yalan!” derler, başka bir şey demezler. “Demir tavında iken dövülür. Şehzademizin de düğün dernek istediği yok ya! Görücüler dursun, gelinciler gitsin, ha şu âdet yerini bulsun, o kadar…”

 

Başvezir dahi böyle kelam edince padişah başını bir sallar, sırmalı saray arabaları üvey ananın kapısı önüne sıra sıra sıralanır! Gelinciler şurup şerbet içedursun, gelinlik kız da kaşla göz arasında kendini mezarlıkta bulur: “Ana ana, canım ana, yine sana geldim sana! Kimim var kime gideyim, boynumu kime bükeyim, derdimi kime dökeyim? Üvey anam, yine gemi azıya aldı, beni bir yardan atıp kanıma ekmek doğramak istiyor. N’etti, n’eyledi, ebesi iken, hocası iken tuttu beni Şehzade Karayılan’a baş göz eyledi. Şimdi ne yapayım? Nasıl edeyim? Biliyor muyum? Bilmiyorum!” diye inler, sonra da mezardan gelen sesi can kulağıyla dinler:

“Kızım kızım, sultan kızım, başına gelenleri serçe kuş duymuş, servi dala söylemiş, o da eğildi bana söyledi. Gam yiyip kasavet çekme kızım. Sen bu kemlik yüzünden de iyilik göreceksin, varıp saraya sultan olacaksın; yeter ki kırk tane kirpi derisi alasın, gerdeğe girmeden üst üste giyesin, Karayılan saldırınca dikenler ağzına batar, “Çıkar onları çıkar!” der sana. O zaman, “A şehzadem sen çıkar ki ben de çıkarayım.” diyesin. O başlar yılan derisinden soyunmaya, sen de başlarsın kirpi derisinden soyunmaya. Bir o çıkarır bir sen! Bir o çıkarır bir sen. Kırkıncı derisinden soyununca Karayılan, yalın bir delikanlı olur. Sen hemen derilerini kapıp yanar ocağa atasın, gayrı bir uğursuzluğa uğramazsın, gönül tahtına kurulup gününü gün eylersin, haydi benim sultan kızım!”

 

Kız anasının toprağını öpüp kuş gibi eve döner; kapıdan girince üvey anası “Kız iki taşın arasında nereye kayboldun? Devletini mi tepiyorsun? Saraya sultan olacaksın. Gir saraylı hanımların elini eteğini öpsene!” der. Kız ağzını kapar, dilini tutar, denileni yapar. Derken önüne saraydan gönderilen sırmalı elbiseler açılır; kat kat, sırma savat gelinlikler dökülür! Allısı da var, morlusu da çatkılısı da var çatkısızı da beğen beğendiğini, giy giydiğini! Ama dönüp de hiçbirine bakmaz: “Ben kirpi derisinden kırk kürk, bir de yeşil börk isterim, başka bir şey istemem.” der. Gelinciler “İstediğin kürk, börk olsun.” der. Ne eder, eder o anda yaratırlar.

 

Üvey ananın kızı odasına çekilir; kürkü, börkü giyer; üstüne de incili çarşafı çeker; öyle bir olur, öyle bir olur ki dışı üvey anayı yakar, içi de Karayılan’ı! Neyse varır arabaya kurulur, böylece giderler saraya. Hemen ayağına kurbanlar kesilir, yoluna cariyeler dizilir, el üstünde çıkarırlar yukarı. Sultan ananın elini öper, padişah babanın eteğini öper, sonra varır o telli pullu odaya…

 

Şehzade Karayılan bir bakar, iki kıvrılır, derken birdenbire atılır ama atılmasıyla ağzının burnunun kana katılması da bir olur! Şehzade neye uğradığını bilmez: “Kız çıkar kürkünü.” der. Kız da: “Şehzadem, sen çıkar ki ben de çıkarayım. Bunun yolu, yordamı budur.” der. Anasının kızı, anasının dediğini eder.

 

Karayılan: “Ya demek bu böyle!” der ve başlar derisinden soyunmaya, kız da kürklerinden soyunmaya. O soyunur, bu soyunur. O soyunur, bu soyunur… Karayılan kırkıncı derisinden soyununca öyle bir yiğit olur, öyle bir yiğit olur ki insan bakmaya kıyamaz! Kirpi de kırkıncı kürkünü atınca öyle bir kız olur, öyle bir kız olur ki doğan aya “Ya sen doğ ya ben!” der ve Karayılan’ın derilerini kucaklamasıyla ocağa atması bir olur!

 

Şehzade dile gelip: “Ebem kız, hocam kız, bana son edip eyleyeceğin bu muydu?” der, kız da: “Ey şehzadem, eben oldum büyüttüm; hocan oldum okuttum, olmadı bir türlü adam edemedim seni, yine bir yüzün yılan, bir yüzün insandı senin! Şimdi işte, yılanlıktan sıyrılıp bir adama benzedin. Artık dünya evine girip bir yastığa baş kor, güler yüz tatlı dil ile gönül rahatlığı içinde geçinir gideriz. Daha ne istersin?”

 

Bunun üzerine şehzade: “Sen beni insan yaptın, bundan büyük taht olur mu? Ben de seni gönül tahtına sultan yapıyorum, bundan üstün taht olur mu?” der, kırk yılın hasretlisi gibi kucaklaşırlar. Şu olup bitenler sabah sabah dillere destan, dünyalara şah olur. Padişah babası sevincinden deli divane olur, tacını tahtını oğluna bırakır, sultan anası da ne olacağını bilmez ama üvey ana “Kırk katır mı, kırk satır mı?” demeye kalmaz çat diye çatlar ortasından, içi dışına döner, insanlıktan çıkıp bir sarı yılan olur. Daha daha derken ne olur, bir iken bin olur. Her biri bir budak deliğinden bir üvey ananın evine girer, bu geceki masal da burda biter, biter ama doğrusunu ararsanız ne bittiği var ne biteceği var, geçmişi varsa geleceği de var.

 

Öyle bir yılan masalı ki dedemin dedesinden, torunumun torununa kadar uzayıp gidiyor. Daha da gidecek. Kim bilir kaç üvey ananın aklını, fikrini zehirleyip kaç yetimin ekmeğine gözyaşını katık edecek? Allah ağızsız dilsiz yavruların analarını ellerinden alıp da üvey anaların elinde sürüm sürüm süründürmesin. Vay ne olur, ne olurdu, Karayılan padişah olur olmaz, bir kara düşmanın bağrını ezmeden, o sarı yılanın başını ezseydi gayrı ne özlük üveylik olurdu ne de böylesi evlerden dirlik düzenlik kalkardı. Öyle olmadı, böyle olmadı, bari şöyle olsa, her üvey ana, yastığının altında bir sarı yılan yattığını bilse!

 

Söz döne dolaşa gelip buraya dayanınca bu masalı telleyip pullayan Emine abla başını çevirdi birine: “Kız Fadik gelin!” dedi, “Bu son ettiğim lafa ne alık alık bakıp duruyorsun? Hiç mi ebeden dededen duymadın? Her üvey ananın yastığı altında bu sarı yılan soyundan bir yılan uyur; üvey ana, kan uykulara dalınca o sarı yılan gelir dudağına bir sarı zehir sürermiş. Yook onlara sabah sabah dudağını uzatacak yerde, dilini uzatırsa dili zehirlenirmiş. Dilini kesip atmazsa kanına karışır, kanı zehirlenirmiş. Kalbini koparıp atmazsa kanına karışır, kanı zehirlenirmiş. E gayrı kanı da zehirlendi mi kırk güne varmaz bu üvey ana bir sarı yılan olup çıkarmış. Duydun mu Fadik gelin? Sen eksik olma. Üveylerine kol kanat gerdiğini, köyün üst başı da biliyor, alt başı da…”

 

Gayrı karardı köz, tükendi söz… Gökten üç elma daha düştü anasız kuzulara kol kanat olanların başına…

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız