Devlet Ana
Kemal Tahir’in, Kancık Vuruş, Uyandırılan Işık, Dost Çelmesi, Derin Geçit diye dört bölümde anlattığı “kuruluş” öyküsünü içeren Türk romanı.
DEVLET ANA'dan...
Eskilerde, belki verimliymiştir şövalyem, şimdilerde kötüdür Ertuğrul ucunun durumu. Orman olmuş kaç para, odununu, kerestesini alacak bulamayınca… Biraz bağ, bahçe vardır evet ama, yetersizdir! Kapanın elinde kalmıştır. Yollarda güven olmayınca şu kadar denk ipliğin olsa, eşkıyalara bahşiş mi vereceksin yola koyup…
Biraz düşündü. Vaktin birinde, bir kıtlık olmuş buralarda, şövalyem, bir avuç buğday, bir avuç altına gitmiş de, ele geçmemiş!. Babam rahmetli anlatırdı. Kırk yıl önce uğramış, kıtlık belası buralara… İmparatorumuz, İznik’te eğleşirken… Derdi ki rahmetli babam, “İmparatorumuzun kesesinin biraz para görmesi, o kıtlığın işi” derdi. Belini doğrultamamış aslında, o zaman bu zamandır, bozkır… Gitgide ekilen toprakları da batak yutmuş… Geçim daraldı mı, adam alır başını savuşur!.. Eskilerde, çok kalabalıkmış bu Ertuğrul Bey’in ucu… Yollar kesilince giden gitmiş… Birazı da, Ertuğrul Bey çapul akınlarını yasakladığından savuştu. Şimdilerde, evet, daralmıştır Türkmen’in geçimi… Kıraçta toprağın tohumu geri vermediği yıllar çoktur. Sürüleri azaldı bunların günbegün… Sürüler azalınca yapağı azaldı. Yapağı azalınca karılar kilimleri, halıları, heybeleri, yastıkları neyle dokusun! Birkaç yıl üst üste dutlara vurgun geldi, çekirge uğradı. Yaprak kalmadı ki böcek kozaya dönebilsin… İçini çekti. Bu sıralar, Türkmen’in durumu kötü gayet… Et yemeyince “Ekmek yedim” saymayan Türkmen, şimdilerde ekmeği bulamazlanmıştır.
“Av eti olunca, ablam alır gider de, fukara Demircan eniştem et yüzü görür” diyecekti. Yabanın Frenk’ine, eniştesinin yoksulluğundan yanıp yakılmayı uygun görmedi. Rahmetli babam derdi ki: “Ekmek eskilerde arslanın ağzındaymış, Mavro oğlum, şimdilerde işkembesine inmiştir. Pençe salıp ele geçirilmesi cihan pehlivanlarına kalmıştır” derdi.
Nasıl çeker çevirir beyliğin işlerini geliri olmayan herif?
–Türkmen kitabının kavlince, varlıklılar, mallarının onda birini yoksullara verecek… Hıristiyan reayadan haraç alır. “Alır” dedimse, varsa alır. Ertuğrul Bey’in gücü yeterse yoksula, üste verdiği olur. Bu sebeple beylik sürüleri azalmıştır iyicene! Beyin uç sürüsü olmak kanundur Türkmen’de… Biz her bir sürüyü üç yüz baş sayarız! Yoksulu doyurmaktan, çalışmaz aptal takımını, savaşçı dervişleri besleyeceğim derken, Ertuğrul Bey’in sürüleri yüzer, yüz ellişer kalmıştır. Demircan eniştem geçende dedi ki: “Yoksulluğa alıştık, koca Tanrı’ya şükür, ah, şu Moğol valisinin yıllık armağanları olmasa” dedi.
-Vermeyiverirsin! Vermeyince n’olur?
-Aslında bir şey’olmazmış ama, Ertuğrul Bey, onur etmekteymiş “Yok” demeğe… Beyliğine yaraştıramamaktaymış… “Bu yüzden hasır üstünde kaldı uç milleti, bunaldı ki büsbütün” dedi eniştem… Akın isteğini sıklaştırmaktaymış gün günden derviş aptal takımı… Zapt olmaktan çıkmaktaymış! Karacahisar pazarı, Söğüt’e yöneldi ya, kulak asma şövalyem, Söğütlü, pazarın alış verişinde yok… Hayvan sahipleri biraz yoğurt, birazcık yağ peynir getirirse o kadar… Çerçi çerezlerine imrenmesin diyerek, eve kapatırmış karılar pazar günü bebelerini…
Kendi yoksulluğundan, zor altında, utanarak yanıp yakılıyormuş gibi, duraklayarak konuşuyordu. Akıl ermez bu Türkmen’in işine, hiç ermez şövalyem… Yiyecek ekmeği yoktur, kapısına varsan yol sormaya, çabalar ki sofra kursun!
Şövalye, çok keyifli bir şey duymuş gibi, hi hi hi diye güldü:
-Ne yedirecek ekmeği olmayan zibidi?
-Koşar hemen konuya komşuya… Hiçbir şey uydurmasa, ekmekle turşu çıkarır!.. “Demin yedim!” diyerek yalan söyler, hep sana yedirmek için… Değerli silahları kalmıştır ellerinde bir. Bunları ölseler satmazlar! Bir de savaş atı olan yemez yedirir, giymez giydirir, bakar gözü gibi… Evet, şövalyem, Türkmen’in işine akıl erebilemez!
Mavro, Frenk’in bu işlere diyeceğini merak ederken Şövalye Notüs Gladyüs büsbütün başka bir şey sordu:
-Nasıl toplar, bu Ertuğrul, savaşçılarını gerektiğinde?
-Savaşçılarını mı? Toplar kolayca… Köylerde, zaviyelerde, derviş mağaralarında haberleşme davulları vardır. Uzaktan davul sesi duyuldu mu, duyan işini bırakıp kulak verir. Yangın davulu, su baskını davulu, düşman saldırısı davulu, başka başka vurulur!
-Nasıldır düşman saldırısı davulu?
-Dan dan dan dan dan… Üç vurup durur, iki vurur. Gider böyle… Bizim kilise çanları gibi…Davulu vurmaya başlayan, arada bir durup sağını solunu, önünü ardını dinler. Dört yandan ses alınca davulu atıp silahını kaparak seğirtir, atlısı atlı, yayası yaya… Say ki…
Mavro birden susarak kulak verdi. Uzaktan uzağa anlaşılmaz bir gürültü Kanlı Boğaz’ın kayalarında yansımaya başlamıştı.
-Nedir o?
-Anlayamadım şövalyem!.. Sürü desem, bizim boğazdan geçmez aşağı köylerin davarı… Dur hele!..
Mavro korkuluğa gidip Germiyan yoluna baktı. Çıngırak sesi bu… Bildiğimiz çıngırak… Arada çan da var. Kervan desem…
Şövalye de kalkmıştı. “İster misin, benim Türkopol, peresesine getirdim sanıp Germiyanlının hayvanlarını önüne katsın?” Enikonu telaşlandı. Arkadaşı, Türkopol yüzbaşısı Uranha, kendi deyimiyle, soygun peresesine getirdi mi, ayaklı malı, babasının olsa, önüne katıp sürmemezlik edemezdi. Kıbrıs’ta barınamaz hale gelmesi bundandı. “İşleri karıştıracak ki, hayvan herif, arap saçına çevirecek… Kimsenin malına dokunmayacaksın demedik miydi bu aptala biz?”
Zil, çan, çıngırak sesleri gittikçe artmış, karşı kayaları çınlatmaya başlamıştı. Her yankılamada biraz boğuklaşan gürültüye gümlemeler de katılınca Mavro güldü:
-Anladım efendimiz… Savaşçı dervişler ya da aptallar gelmekte Ertuğrul Bey’in ucuna…
-Nerden belli?
-Zil seslerin dümbelek de katıldı. Hanlara yaklaşınca dümbelek vurur bunlar!..
Dönemeçte beş kişi göründü. Dümbelek çalan önde, dördü arkadaydı. Arkadakilerden birinin omzunda paçavraya benzer yırtık pırtık bir yeşil bayrak vardı.
– Hani hayvanları?
-Hayvanları yoktur şövalyem… Boyunlarında, kollarında, ayak bileklerinde asılıdır, ziller, çıngıraklar!
-Sakın cüzamlı olmasınlar. Sokmayalım hana… Çabuk… Çevir kapıyı… Mahvoluruz.
– Meraklanma şövalyem, yoktur cüzam müzam… Turp gibidir bunların hepsi… Babam rahmetli derdi ki “Derviş kısmına, bir de keşiş kısmına, hiçbir illet uğrayamaz. Çünkü pisliklerini delip geçemez” derdi, “Ayrıca bunlar çalışmadıklarından yıpranmazlar ki, hastalık bunlara güç yetiremez” derdi. Savaşta bir kazaya uğramazlarsa, uzun yaşar derviş takımı…
Kafile yaklaştıkça gürültü artıyordu. Dönemeçte, iki kişi daha görünmüş, gelenlerin sayısı yediye çıkmıştı.
-Tamam! Bunlar cavlaktır şövalyem!..
-Ne demektir cavlak?
-Bunlar giyim bilmez yaz kış…
-Arkadakiler giyimli?
-Cavlak değil çünkü… Biri gezgin ozan! Sazından belli… Allah Allah! “Ülkede kımıldama başladı demektir gezgin ozanlar sık görünürse…” derdi rahmetli babam… Geçenlerde bir daha geçtiydi!
-Ne kımıldaması olabilir?
-Bilmem! Hemi de uzak yerin ozanı… Matarası, dağarcığı var. Yanındaki aksayan da dilenmeye çıkmış esir… Aksamaktadır, çünkü ayağı zincirlidir. Kanlı Boğaz’ı aşar mutlak, dilenen esirler, Ertuğrul Bey’in ucuna başvururlar bir kez!
-Neden?
-Sizde ne verilir kurtulmalık toplamaya çıkmış esirlere, en çok?
-Bir altın… Onu da krallar verir, senatolar verir! Savaşta sıkıyı gören esir gitmesin diye, çok verilmemek kanundur.
-Bizim Ertuğrul Bey, beş altın verir, kanun manun dinlemez, hazırda parası olursa, on altın da verir: Bir kez, birine savaş atı bile bağışlamış, rahmetli babama bakarsan… Ben ozanı merak ettim. Geçenki yaşlıydı epeyce… Sırım gibiydi ama… Bakalım bu neyin nesi? Ürperir gibi içini çekti. Sizin oralarda var mıdır böyle gezgin ozan?
-Bulunur.
-Tekin değil derler bunlara… Canını sıkmaya gelmezmiş… Nasıldır sizinkiler?
-Burdakiler gibi…
-Bizde keşiş mağaraları, derviş mağaraları da tekin sayılmaz şövalyem, keşişi, dervişi içinde yokken ağzından bakılabilinemez. Bakanın dili dişi kitlenir… Sizde de böyle midir bu?
-Böyledir.
Dümbeleği sol kolunun altına kıstırıp güm güm döven gerçekten adam azmanıydı. İki metreden artık boyu, geniş omuzları, kaim bacaklarıyla dev gibi geliyor, arkasında, ikişerli kol yürüyen takımının söylediği nefesin durak yerlerinde parmaklarının ucuna basıp yükselerek “Ohah” diye naralanması gerçekten yüreklere ürperti veriyordu. Saçları belinde, sakalı göbeğindeydi. Eğri bir yatağanı çıplak omzuna asmış, biricik giyimi olan peştemal parçasını apış arasından geçirip beline dolamıştı. Sırtı, göğsü, kolları, bacakları kara kıllarla örtülü olduğundan ilk bakışta, ayağa kalkmış çok iri bir ayıya benziyordu. Arkasındakilerden üçünün apış aralarından başka her yerleri çıplaktı. Yalnız bayraklının sırtında gömlek vardı. Dördü de saçlarını, sakallarını, bıyıklarını, kaşlarını, kirpiklerini kazıtmışlar, çıplak kafalarına geçirdikleri ak deriden takkelerin iki yanına en irisinden manda donuzları takmışlardı. Boyunlarında yularlar, gemler, katır boncuklarından gerdanlıklar, her boydan ziller; kollarında, dizlerinde, ayak bileklerinde çıngıraklar, bellerindeki kayışa kocaman demir çanlar asılıydı. Dümbeleğin vuruşlarıyla hopladıkları, uzun uzun böğürdükleri için yaklaşan gürültü gerçekten sersemleticiydi. İri cavlak, hanın kapısına beş adım kala durup bağırdı:
‘Biz bel oğlu değiliz hey Akıp giden sel oğluyuz Taş bağırlı dağlar olsa Yol bizimdir yol oğluyuz”
Gürültüye çıkan Liya önce ürkerek örtüsüyle ağzını kapattı, sonra gülümsemeye çalıştı:
– Hoş geldiniz derviş babalar!.. Seleri Se söylüyordu. Sesi bal gibi tatlıydı. Uğur getirdiniz ocağımıza… Mavro, hemen koşmuş, ablasının yanına yetişmişti.
-Uğurun çok olsun avrat! Gamın kasavetin yok olsun!
-Buyrun… Yağımız balımız yoksa da bir kaşık çorbamız vardır. Atlas döşeğimiz yoksa, yumuşak otumuz var!
Herif dümbeleği bir iki gümletip türküyle karşılık verdi:
-Döşek nedir ermişlere Yerden gelen yata yere Cehennemden beter nire Anda bile sofadayız! Hudur Allah, sofadayız!
Bütün dişlerini söktüren iki cavlağın ağızları kuyu gibi karanlıktı. Hepsinin bellerinde sırma işlemeli, birer meşin çanta vardı. Şövalye, Rum abdallarının açıkça afyon kullandıklarını daha bilmediği için, keselerin neye yaradığını anlayamamıştı. “Çakmak için desem büyük, azık için desem küçük…”
Adam azmanı, bir zaman “Pirimiz Adem babadır Cenneti verdik kumara” deyip “Ey erenler tutun koptum” diye dümbeleğini gümleterek naralandı. Sonra elini kaldırıp takımı susturarak, dua okur gibi, söylenmeye başladı:
– Dinle gör ne söyler. Adem ejderhası. Derviş Pir Elvan! Sözün aslı gönüldür. Gönül hakları evidir. Kim dışa baktı, gaflet ipini boynuna taktı. Gönülden haberi olmayan eşşeeek, ne anlasın cevahir taşından! Bu gövde kalıp, sana kiralanıp… içinde rençperlik etsen gerek! Define bulsan gerek! Âdem ejderhası, şurdan burdan karmakarışık derlediği lafları duaya benzeterek söylediğinden soluklanmak için durdukça,
Liya korkuyla “Amin” diyor, Mavro da Ortodoks istavrozu çıkarıyordu.
-Kâh saraylara kerpiç, kâh ayaklar altında hiç olduk. Kâh çıktık başa gül olduk, kâh yere saçıldık kül olduk. Kâh avcı olduk avladık, kâh av olup avlandık. Kâh öğrenci olup öğrendik, kâh bilgin olup öğrettik. Kâh ataya oğul olduk, kâh oğula ata… Kâh yağmur olup yere yağdık, kâh bulut olup göğe ağdık. İşiteni koy, görenden al haberi… Yolsuza sapmaktan iz iyi… Bakın ihvanlar! Hesap günü ki, sormak günüdür, burada adem, deniz gibi derin ola, yer gibi sakin ola, ateş gibi, çiği pişirici ola, su gibi engine vara, yel gibi her yeri dolana… Burada cimriler zordadır, verimkârlar keyifte… Sevenler sevilir, sevmeyene yuf! Tarla tutmak, ev kurmak, işe koşulmak nedir? Koşulana yuf! Havada gezinen bulutlar, esen yeller, yağan yağmurlar senin için çabalamaz mı? Bilmeyene yuf! Gün senin için doğar, gece senin için gelir! Gövde canla diridir. Kılavuz bulundu, yol bilindi. Şaşırana yuf! Ey ermişlerin izini izleyenler, uyarıcı eteğine yapışanlar, ardınca gidenler, “Konağa erişmek zor” demeli değil! Bir kişi, hak ister olursa nerden istesin? Kendinden istesin! Nasıl istesin? Soyunup istesin!
Herif birinci “istesin’de yürümeye başlamış, üçüncü “istesin”i hana girerken söylemişti.
Şövalye Notüs Gladyüs geriden gelenlere baktı. Dilenci esir belki zincirin verdiği alışkanlıktan, belki yollar ayağını vurduğundan topallıyor, zinciri ince olduğu halde görüntüsü insanın yüreğine dokunuyordu. Orta boylu, zayıftı. Sapsarı süzgün yüzüyle bir çalım, Aydın’ın deniz leventleri kılığına girmiş İsa’ya benziyordu.
Şövalye Notüs Gladyüs bu benzerlikten çok, bütün savaşçılarda aralıksız sürüp giden esir düşmek korkusuyla, adama bakarken, enikonu bunalmıştı. Evet esir düşmek rezillikti. Yoksul kimsesiz savaşçılar, savaşın kaybedildiğini, savuşmak umudunun kalmadığını anlayınca zırhlarını, tolgalarını çıkarıp boğuşmanın en kızgın yerine atılarak öldürücü yarayı bu yüzden arıyorlardı.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa