Diyar-ı Dede Korkut Romanı
Hiç bir şeye karışmadan, sessizce yaşayanlar için söylenir; kendi hâlinde. Öne çıkma, yeni söyleyişle fark yaratma çabaları olmadan, işiyle gücüyle uğraşan, sakin insanlar için kullanılır çokça. Kendi hâlindelik, dışarıdan bakanlar için tehlikesizlik olarak görünür; rekabet gücünden yoksun, hırstan arındırılmış, kale alınmasa da olur cinsinden bir durum. Oysa kendi halinde olanların çabasıdır, dünyayı güzelleştiren; kimseye eyvallah demeden, kendi kılığına uygun işleri özgürce yapanların kalıtlarıdır, kalıcı olan.
Diyar-ı Dede Korkut, böylesi bir yapıt, Türk budunu için. Gündelik yaşamı için görevlerini yerine getirmekle yetinmeyen, dünü dünden alıp, yarına ulaştırma çabası güden Osman Nuri Sezer, o kendi halinde yaşayanlardan.
Üç cilt olarak yayınlanan romanı, eğer kendine efendi edinseydi, çok satanlar, yeni çıkanlar, topluluk indirimleri gibi satış uygulamalarıyla herkesin koşarak aldığı, evlerin görünür yerinde sergilendiği nesneler arasında yer alırdı. Yalnızca bir kez basıldığından anlaşılacağı üzere, okur görünen kitlenin, ne yayınlandığından haberi olmuş ne de böyle kapsamlı bir çalışmanın varlığından.
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları arasında çıkan Ülker romanında olduğu gibi Diyar-ı Dede Korkut romanı da, roman olmanın ötesinde bir betik. Ülker’de Kazak Türkçesinin söz varlığı tüm baylığıyla gelecek kuşaklara aktarılırken, Diyar-ı Dede Korkut romanında, dünün varsıl Türkçesinin, unutulan, unutulmaya yüz tutan zengin hazinesi ışıl ışıl parlatılarak okurla buluşturulmuş. Yalnızca bu yönüyle bile mutlaka okunmayı, betikliklerde bulundurulmayı gerektiren Diyar-ı Dede Korkut, yazarın kendi çabasıyla, yayınevi ya da dağıtımcı desteği olmadan 1995 yılında bastırılmış.
Oğuzelleri, Çinî Maçin ve Çen’Kırkları adlarıyla yayınlanan üç ciltlik roman, dinginlik arayan, geçmişin yaşanmış güzellikleriyle buluşmayı seven okuyucular için olduğu kadar, dil, tarih, coğrafya ve halk bilimcileri için de derman hükmünde kaynak bilgiler içeriyor. Osman Nuri Sezer, okuyucuyu korkutmayacak kalınlıktaki üç betikle Türk ulusunun yaşam evrenine etki eden, töreyi yaşayarak tin esenliği bulan kuşaklardan, bun deminde ömür süren yeni kuşaklara kutadgu bilig aktarıyor.
DİYAR-I DEDE KORKUT'dan...
Balghar dağlarının başı dumanlıydı. Bulutlar yamaçlara inmişti. Bügelegh çayırında görünürde kimse yoktu. Ne gelen ne de giden vardı.
Bir zaman sonra, Çalan’gesi yöresinde, bir katar turna görüldü. Çok geçmeden süzülerek yaban gülü, Gülizar ve toydaşlarının bar oynadıkları çayıra kondular. Gagaları ile birbirlerini okşadılar, kanatlarını açtılar, bir diğerinin üzerine koydular. Beyler gibi başı sorguçlu telli turnalar bar oynadılar, Çoruh’a girip yundular, sonra, havalanıp başı dumanlı dağlara uçup gittiler.
Mahmutbeg arkadaşlarının yüzüne baktı. İşte bu olamazdı. Turnaların bar oynadığı çayırda, yaban gülü, Gülizar ve arkadaşları, turnalarının oynadığı bara benzer Koçşçari‘yi oynamıştı… Hareketler hemen hemen aynı idi. Şüpheye düştü.
Gülizar diye bir kız gerçekten var mı idi? Yoksa Peri miydi? Yüz gösterip, şimdi de Turna kılığında mı gelmişti? Defalarca Ya Sabır çekti. Akşama kadar ağacın çevresinden ayrılmadı. Ne gelen, ne de giden vardı…
…
Nihayet küçüklüğünü hatırladı. Babası, onu, uğraş usullerini öğrenmesi için, daha on iki veya on üç yaşındayken, erenlerden Koca Musa’nın yanına göndermişti. Koca Musa, kendisi ile birlikte, sekiz arkadaşından iki küme yapmıştı. Kız taklası oynamışlardı.
Bu sayede, beli ve sırtındaki sertlikler geçmiş, adaleleri, alabalık gibi yumuşamıştı. Bir kaç gün, bu oyuna devam ederek, ter dökmüşlerdi. Daha sonra yerden taş kaldırma yarışları düzenlenmiş, bir ay içerisinde pazuları gelişmiş, kürek ve bel adaleleri şişmişti.
Mahmutbeg, sorunu çözmüştü. Yüzündeki umutsuz ifadelerin yerini canlılık almıştı. Hızla yerinden kalktı Ayıboğan’a ün verdi. Ayıboğan, kan ter içinde koştu ve yanına vardı.
– Hayırdır gardaşluğum, aksi olan bir şey mi var? Diye sorunca, Mahmutbeg düşüncesini onu anlattı. Ayıboğan çok beğendi, hem de sevindi. Oyun oynanacak ve talim yapılacaktı.
Koçaklardan, kümeler oluşturuldu. Kur’a çekildi. Oyun başlatıldı. İlk önce yavaş başlayan hareketler, gittikçe hız kazandı.
Kız taklası, sekiz kişiyle oynanan iki takım oyunuydu. Oyun sırasını arkadaş takımına veren, dört kişiden ikisi ,yüzleri aksi yönde olmak üzere, birbirlerine yaklaşırken, ellerini diz kapakları üzerine koyardı. Diğer iki kişi, başlarını, bir diğerine dokunacak biçimde, sırtı dönük arkadaşlarının, kaba etleri arasındaki, boşluğa yerleştirdikten sonra, elleriyle arkadaşlarının baldırlarına, sıkıca sarılırlardı.
Bu şekilde kurulan düzene, döşek denirdi. Diğer takımın dört oyuncusu, döşekten dört beş mızrak uzakta, tek sıra halinde dizilirdi. Oyun başlayınca, ilk oyuncu koşar, ellerini döşeğin ilk oyuncusunun kalçası üzerine koyarak, güvercin gibi takla atar, takladan sonra, koşar, takımın son oyuncusunun arkasında yerini alırdı.
Birinci oyuncunun takla atmasından hemen sonra, ikinci onu takiben, üçüncü ve dördüncü oyuncular, aynı şekilde takla atarak yerlerine koşarlar, dördüncü oyuncunu tahta attığını gören birinci oyuncu, tekrar takla atmak üzere yerinden ayrılır ve de koşmaya başlar. Bu oyunun özelliği, takla atmak üzere ellerine döşek elemanının kalçasına koyan oyuncunun, elleri üzerinde yükselerek takla atması ve bütün ağırlığı ile döşeğe vurmasıdır. Oyunda hareketler, ne kadar çabuk yapılırsa o kadar makbuldür.
Takla sırasında, her iki takımın bütün adaleleri, güç ve harekete maruz kaldığından, vücudun gelişmesi, güç kazanması daha kolay olur. Bu nedenle Oğuz’da uğraş usullerini öğrenmeden önce, bu ve benzeri oyunlara çok önem verilirdi.
Çocukların oynadığı bu oyun, Mahmutbeg’in işine yaramıştı. Yarım saate yakın oyun devam etti. Dinlenmeden sonra takımlar yer değiştirdi. Bu kez döşek oyuncuları takla atma nizamına girip, oyunu devam ettirdiler.
Öyle bir durum hasıl oldu ki, Koçakların ne koşacak güçleri ne de halleri kalmıştı. Adım atamayacak kadar hamlamış, yorulmuşlardı. İki gün süren zorlu çalışmadan sonra, bir gün istirahat verilmişti.
2. Cilt, S. 49, 50, 51
Okur Görüşlerine Açık Sayfa