Türkistan’da Urker, Türkiye’de Ülker
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları arasında yer alan, 2002 yılında basılan Ülker betiği, 335 ve 542 sayfalık iki ciltten oluşan bir roman. Kazak Türk’ü yazar Abiş Kekilbayulı’nın, on iki betikten oluşan dizisinin, 3. ve 4. ciltleri Ülker romanına ayrılmış.
Romanı yayına hazırlayan yayımcı Prof. Dr. sadık Tural, “Abiş Kekilbayulı’na Alkış” başlığı taşıyan sunum yazısında, okura, neyi okumaya başlayacağının ipuçlarını veriyor:
“Ülker romanı, 1690’lı yıllardan başlayarak geriye dönüşlerle ve tarihi bilgilerle destekleyerek bir neslin ve Abilkayır’ın hikayesini anlatıyor. Tarihten destana, destandan romana akan bir duyarlılıkla…
Türk soylu halkların regionalist (mahalli kimlik) tavırlı, kabilecilik inatlı yapılarından gelen kırılma noktalarını, hem kurnaz liderlerin, hem de Rusların nasıl kullandıkları, birlik ve dirliği önleme planlarının nasıl gerçekleştirildiği anlatılıyor. Eseri iyi anlamak için Kazak coğrafyasının tarihini özet olarak da olsa bilmek gerek.
Bir akademik beyin, bir artistik zeka, bir devlet adamı aklı taşıyan Abiş Kekilbayulı, Ülker romanında, üç ayrı başarıyı elde ediyor:
1.Kazak Türkçesinin sözlüklere taşınması gereken zenginliğini yakalayıp yazı diline armağan etmesi.
2. Ortak kültür paydasının tarihi kaynaklarını yakalayıp mit, masal, efsane ve destan unsurlarını, insana hayran bırakan bir güzellik içinde romana taşıması.
3. Resmi olmayan, bilimlik iddia taşımayan bir tarih bilgisi sunarak Kazak halkının tarihi ruhuna kulak tutmasını sağlaması; roman aracılığıyla Kazakların özgüven duygusunu güçlendiren bir tarih atmosferi yaratması.”
Yazım yanlışlıkları, kural dışılıkları ve okumayı epey zorlaştıran çeviriyi göz ardı edecek içerikte, bir bellek yenileme betiği Ülker.
Her ayrıntının uzun uzun anlatıldığı romanda, Türkiye’de karşılığı yokmuş gibi ya yabancı sözcüklerle yeri doldurulan ya da kasıtlı olarak yerine kısırlaştırıcı küresel sözlerin sokuşturulduğu pek çok özgün söz varlığı okura anımsatılıyor. Roman, yalnızca bu söz baylığı için bile mutlaka okunmayı gerektiriyor.
ÜLKER'den...
Günleri, dudak uçlarıyla ot ısıran, konur, kulağı kesik kuzucuğun, iki böğrünün şişerek karnının doyup doymamasına bağlı olan iki halk, otlak için kavga dövüşlü bir ömür sürdürürken Ak Çar, ikisini de “nereye gitseniz Korkut’un mezarı” misali kıskaca alıp kuşatmak istiyor.
Yüreğine böyle bir şüphenin ilk sızdığı insanların başında kendisi de gelmiyor muydu? Henüz sayıları iyice artmamış, saf dizerek kuvvetlerini göstermemiş Rusların, nice yerleşim bölgesini duman eden, ocağını yerle bir eden seferlerin pek çoğuna kendisine katılmamış mıydı? Bu seferler sırasında, “Kazak’ı Kazak kıldı!” dedikleri Az Tavke’nin, rüzgarın vuracağı kanadını açık bırakıp, endişeleneceği yerde Tobıl’a gelip durmuş Çarlık yöneticilerine, ikide bir yelpir yelpir koşturup elçi göndermesine öfkelenmemiş miydi?
Öyleyse daha dün kabul etmeyip kaçtığı şeye, bugün kendisi gelip başını çarpıyor. Hayatı, geceleyin uykusu, gündüzleyin gülüşü, bir sözle kaderi gelmiş, sadece bu tek cümlelik soruya dayanmış, ona bağlı durmuyor mu? Milletin son zamanlarda söyleyip durduğu gibi, ya başına atın tekme atacağı, ya da başına devlet kuşunun konup konmayacağı, bu belalı soruya verilecek cevabın neyle sonuçlanacağına bağlı değil mi?..
Bunu düşündüğünde Abilkayır’ın yüreği daima kan ağlar. Keçesi kıvrılarak kaldırılmış kapıdan ıpıl ıpıl ederek gizlice bakan, boyu eşikten azıcık yüksek, yerle birleşmiş gibi belli belirsiz görünen ufka gözlerini dikip, uzun bir müddet oturdu. Ufukta kâh kalkarak kâh inerek oynayan kalabalık bulanıklık, serap değil de gelmiş geçmişlerin gönülde ukde olarak kaldığı ve bir türlü sönmeyen, hiç de sönmeyecek olan, salına salına geçen kalabalık hayali gibi. Bu kalabalık hayalde, Abilkayır’ın aklına az önce ansızın geliveren, beklenmedik sorunun cevabı zaman zaman bunu bulanıklaştırıyor gibi. Şeffaf ve hafif mavi serap, sanki yağ içmiş gibi midesini bulandıran nice derdi, akıtıverecek, arındıracak gibi. Şeffaf ve mavi serap, muhayyilesini gelmiş geçmişlerin sayısız hikayesine doğru götürüyor gibi.
Aklına neler gelmiyor; neler hatırlamıyor ki şu anda?
Gözlerinin önüne, sekiz kanatlı ak otağın baş köşesindeki, kan gibi koyu kızıl minderin üstünde, koyu kızıl Hint çayını yudumlayan Mati geliyor; serçe parmağı havada çay dolduran Patşayim geliyor; onun uçlarına çok sevimli, bir o kadar da ürkütücü ve pek mağrur bir tebessümün asılı kaldığı, güzel al dudaklarıyla yüreğinin kor olup dağlayan kara gözleri geliyor; kaseyi uzatırken başını eğip, göz ucuyla bakarak çekingen gülümseyişi geliyor. Abilkayır, o zaman kendisinin çok utandığını, sonra bu karşılaşmanın arkasından, birkaç gün boyu, beynini yorarak çok düşündüğünü hatırlıyor.
Hakikaten de o olay bütün hayatını altüst etmiş, içini dışına çevirmiş gibi olmuştu.
Daha dün yanlış dediği şeylerin aniden doğru çıkması; doğru dediklerinin daha aniden yanlış olup çıkması; insanı şaşkınlık içinde bırakan bir olaydı.
Meğer bütün yanlışla doğrunun, veballe sevabın, şerle hayırın, yaramazla doğru insanın, ağırla hafifin, zorla kolayın, yalanla gerçeğin, azapla rahatın biricik denetleyicisi, vefasız, geçici, boş zaman imiş.
Ondan daha üstün yargıç, ondan daha üstün savunucu, ondan daha üstün davacı, ondan daha üstün aracı; evet, iki tarafı, iki ili barıştıran bilge aracı yokmuş…
s. 57, 58, 59
Okur Görüşlerine Açık Sayfa