Preloader image
İÇİNDEKİLER

Topuz

Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin Hikayeleri

Topuz

Ömer Seyfettin öykülerinin, şiirlerinin, Türklerin binlerce yıllık ortak belleklerine, aşınmaz ve geçilmez dirençli yönlerine yaptığı katkılar, uyandırdığı olumlu etkiler, akıl sahibi, bilinçli Türk okuru için altın değerinde.

 

Yurt sevgisinden, ulus ve yurttaş bilinci oluşturmaya, halkın değerlerini öne çıkarmaktan çağın ve toplumun gerçeklerine uygun olmasına çenli geniş bir alanı kapsayan görkemli yapıtlarının her biri Türk öykücülüğünün ilk yapı taşları konumunda.

 

Beyaz Lale, Pembe İncili Kaftan, Doğuran Ev, Diyet, Yalnız Efe, Topuz,  Perili Köşk, Sanduka, Ferman, Kurbağa Duası, Forsa, Müjde, Hürriyet Bayrakları, Pamuk İpliği, Bir ittihatçının Hatıra Defterinden, Boykotaj Düşmanı, Mehdi, Piç, Kurumuş Ağaçlar, Yüz, Çakmak, Düşünce Zamanı, Külah, Deve, Bir Hayır, Nasıl Kurtarmış?, Eleğimsağma, Primo Türk Çocuğu: Nasıl Doğdu, Yaşasın Dolap, Bahar ve Kelebekler, Fon Sadriştayn’ın Karısı, Üç Nasihat, Devletin Menfaati Uğruna, Çakmak, Düşünme Zamanı, Yüz Akı ve diğerleri…

 

Yalnızca sayısı yüzelli olarak bilinen öyküleriyle sınırlı değil, Ömer Seyfettin yapıtları. Öyküleri, yazarın derinlikli düşünce acununun en üretken yanının göstergeleri olmakla birlikte, ufuk açıcı Yarınki Turan Devleti betikçiği ve yirmiyi aşkın şiiriyle Ömer Seyfettin, gözlerden kaçması olanaksız görkemli ve dirençli bir Türk kalesi değerinde.

 

TRT Kurumunca, yetmişli yılların ortalarında, dönemin önde gelen Yeşilçam yönetmenlerine tanınan yapım olanaklarından yaralananlardan biri de Lütfi Ömer Akad oldu. Türk sinemasına özgün yapıtlar kazandırma çabasındaki az sayıda sinemacıdan biri olan Lütfi Ömer Akad, beş ayrı Ömer Seyfettin öyküsünü televizyon kurmacası olarak yorumladı.

 

Ömer Seyfettin’in DiyetPembe İncili KaftanFerman ve Topuz adlı öyküleri, Lütfi Ömer Akad yönetmenliğinde, 1975 yılı içerisinde ardı ardına TRT kanalında Türk izleyicisiyle buluşturuldu.

 

Aynı dönem Metin Erksan da beş ayrı yazarın, Bir İntiharSazlıkMüthiş Bir TrenHanende Melek ve Geçmiş Zaman Elbiseleri adlı öykülerini televizyon için uyarlamıştı.

 

TOPUZ

 

Küçük başkentin karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı bir bayram gibi… Bütün kadınlar, bol beyaz yenli sırma yelekli pazar giysilerini giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk, nihayetsiz bir “hurra” zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası halinde, döne döne sarayın meydanında birikiyordu.

Kilisenin çanları uğulduyordu. Sarayın kapısının önünde cesur Boyar atları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan, tolgasının siperini geri itti. Atının üzengileri üstünde biraz kalktı. İleriye baktı. Yanındaki birinci zabitine:
“Daha görünmüyorlar!” dedi.
“Geç kaldılar.”
“Evet.”
“Niçin acaba?”
“Mankafa Türkler işte… Teşrifattan, merasimden ne anlarlar?”
“Hem de ‘Bizans’a layığız’ derler.”
“Nerede o incelik!”
“Nerede!..”

 

Önlerinde birdenbire genişleyen sık bir “hurra” halkası ikisini de susturdu. Gemlerini kastılar. Atlarını biraz çektiler. Kumandan, bağımsızlığını kazanan halkın bu deli, bu sarhoş sevincine bakıyor, keyifleniyordu. Yarı baygın kızlar, şen delikanlıların kucaklarında, gaydaların ahengine ayak uyduruyorlar, “Yaşasın prens! Yaşasın prens!” nakaratını haykırarak yeni hükümdarlarının şerefine testiler deviriyorlar, oynuyorlar, sıçrıyorlardı.

 

Topuz Son Eflak tacını giyen papazı Tergoviç’te bozan Mehmet Bey, bir sene vardı ki, kendisini sancakbeyi ilan etmişti. Ama Eflaklılar bu hâkime boyun eğmemiş, Zips Kontu Zapolya’dan imdat istemişlerdi. İşte bu tehlikeli ittifaktan ürken Mehmet Bey çarçabuk onların haklarını, imtiyazlarını, bağımsızlıklarını vermişti. Açık mavi, bulutsuz ufukta yükselen güneşin aydınlattığı kahraman Boyar atlarının uzun mızraklarını yaldızlıyordu. Kumandan, zırhlı göğsünü kabartan tatlı bir üzüntüyle bir halka, bir askerine bakıyor, mahmuzlarıyla dokunarak atını şahlandırıyordu. Birinci zabit, onun gibi iri, yakışıklı değildi. Kara kuru bir şeydi. Uzun saçları kırdı. Köse yüzü hem zayıf, hem buruşuktu. Neşeli kumandan, hora tepenler geçince yine atını ileri sürdü.
“Kansız bir zafer kazandık!” dedi. Siyah atının yelesini okşayan zabit:
“Kansız zafer olmaz!” diye başını salladı.
“Niçin olmasın?”
“Benim Türklere güvenim yok…”
“Kuşkulanmaya da hacet yok! Biz daha resmen ihtilale kalkmadan onlar haber gönderdiler:
“Gidiniz, bir şey tayin ediniz!” dediler. Biz zaten prensimizi tahtına çıkarmıştık. Şimdi, işte bize bir de “cemile yapıyorlar.”
“Berat, sancak, davul, topuz göndermek bir cemile mi?”

“Ya ne?”
“Tâbiiyet alametleri…” Coşkun kumandan, görünmeyen bir surata tokat atacakmış gibi elini yukarı kaldırdı. Hiddetli bir tavırla: “Asla!” diye bağırdı. “Biz artık müstakiliz! Berat, istiklalimizi tasdik etmektedir. Sancak, davul, topuz da padişahın prensimize hediyeleri..” Zabit cevap vermedi. Kumandan kadar içmediği için Türklerin hakikatini hâlâ hatırlayabiliyordu. Elini kalçasına dayadı. Atının siyah yelesine daldı gitti. Kiliselerin çanları beyninde ötüyordu. Halkın gürültüsü taşmış, bir tufan gibi rayın saçaklarına çarpıyor, muhafız neferlerin yüksek atlarını huylandırıyor, tepindiriyordu. Oynayanların içinde zorla kendine yol açan bir atlı, kumandanı selamladı: Elçi, maiyetiyle beraber menzilinden çıktı!” dedi.
“Pekâlâ… Maiyeti kaç kişi var?”
“Üç yüz atlı!” Kumandanın solundan neferin sözünü işiten zabit:
“Üç yüz atlı mı?” diye sapsarı kesildi.
“Evet…” Bugünkü teşrifata memur olan kumandan güldü:
“Gidi Türkler… Sıkıya geldi mi nasıl küçülürler! Hani eski gururları? Şimdi dünya değişti. Rumeli’nde kuvvetleri yok. İşte prensimize büyük bir imparator muamelesi yapıyorlar!” Birinci zabit, daha beter sarararak sordu:
“Nerden anladınız?”
“Elçilerin derecesi maiyetinin adediyle orantılıdır.

İşte bak, padişahın hediyelerini, beratını üç yüz atlıyla bir elçi getiriyor!”
“Elçi bunları yalnız getirseydi daha iyi olurdu.”
“Niçin?”
“İşte öyle…”
“Ama biz kabul etmezdik.”
“Neden?”
“Çünkü şanımızla orantılı olmazdı. Bir emir, lütuf, bir ihsan gibi… Hâlbuki böyle maiyetinde üç yüz atlı bulunan bir elçi… Ne demektir, biliyor musun?”
“Ne demektir?”
“Padişah bizim prense, ‘Benimle eşitsin!” demek istiyor.”
“Keşke eşit olmasaydı da bu üç yüz atlı Eflak’a girmeseydi!”
“Sen bunamışsın, Dimko!” Birinci zabit acı acı gülümsedi. Tüysüz yüzünü ekşitti. Atının yelesinden kaldırdığı dalgın sönük gözleriyle kumandanına baktı:
“Ben bunamışım ha?” dedi.
“Koca Eflak’ın içinde üç yüz atlıdan kuşkulanıyorsun. Bunlar elçi maiyeti… İşlemeli mızraklarına, süslü esvapla- rina, altın haşalarına, sırma eyerlerine aldanma! Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama ellerinden bir şey gelmez.”
“Bunlar Türk değil mi?”
“Türk… Ne olacak?”
“Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser.”
“Sen korkaksın! Bir avuç atlı… Üç yüz kişi koca bir devletin içinde ne yapabilir?” Kumandan sarayın önündeki atlılarına, onların etrafında sıkışık nizamda duran dalkılıç piyadelerine bir göz gezdirdi. Sonra atını oynatarak zabite döndü:

“Yalnız şu meydanda dört binden fazla askerimiz var!” dedi. “Türkler teşrifatta bir kabalık yaparlarsa hepsini tükürükle boğarız.” Gaydalar sustu. Meydanın gürültüsü birdenbire durdu.

 

Hora zincirleri dağıldı. Ortadan geniş bir yol açıldı. Padişahın gönderdiği Türk, ak bir atın üstünde, yüksek kavuğu ile geliyor, uzun kaftanının etekleri iki tarafında çırpınıyordu. Arkasından tırıs süren sırma takımlı, murassa kılıçlı maiyeti, yeni gördükleri bu halka gülerek bakıyorlardı. Saraya elli altmış adım kalınca, muhafızların meşhur kumandanı al atını yine şahlandırarak ileri sürdü. Elçinin ta önüne geldi. Selamladı. Öyle durdu. Yanına koşan yayan tercümanına söyletti: “Burada attan ineceksiniz. Prensimizin sarayına yürüyerek gideceksiniz.” Mütevazı Türk “Pekâlâ…” dedi. Atından indi. Geniş omuzlu, orta boylu, düşük bıyıklı, esmer bir adamdı.

 

Parlak ipek kaftanının altından görünen sırma kenarlı neftî giysilerinin, murassa kemerinin ihtişamı, kalın vücuduna pek uymuyordu. Tavrında ince bir çelebilik değil, durgun bir askerlik vardı. Kalabalık meydan üç yüz Türk’le ağzı ağzına dolmuş gibiydi. Teşrifatçı kumandan kabararak tercümanla bir teklif daha etti: “Maiyetiniz burada kalacak. Huzura yalnız gireceksiniz.” Türk, tercümana sordu:
“Padişahtan getirdiğim şeyleri ben nasıl yalnız taşıyayım?”

Tercüman, kumandana anlattı. Aldığı cevabı Türkçe olarak tekrarladı:
“Maiyetinden üç nefer alacaksın. Onlar da yaya olarak arkadan huzura hediyeleri sokacaklar.”
“Pekâlâ…”
“Haydi!” …

 

Kumandan, atını şahlandırarak “Hurra, hurra!” diye kendisini alkışlayan keyifli halka boyun kırarak kabarıyordu. Bu ne zaferdi! İşte koca bir Türk elçisi arkasından yaya geliyordu. Sarayın kapısına gelince attan atladı. Tercüman vasıtasıyla nasıl arkasından huzura gireceklerini, nasıl selam vereceklerini, nasıl divan duracaklarını, elçiyle meşin kılıflı bir davul, kırmızı torbaya konulmuş bir sancak, ağır bir topuz taşıyan üç askere anlattı. Kılıcını çekti. Taş basamakları bir hamlede çıktı. Büyük dehlizi geçti. Yeni mabeynin adamları Türk elçisini görmek için kapılara üşüşüyorlardı. Elçi büyük kavuğunu sallaya sallaya yürüyordu! Adımları hem seyrek hem ağırdı. Etrafında kendine bakanlara gülümsüyor, selamlar veriyordu. iri siyah gözleri pek şen, pek parlaktı. Sağ kaşı yukarı kalkıktı. Kavuğunun kenarına dokunuyordu. Kumandan taç salonuna gelince durdu. Döndü. Türklerin kıyafetinde teşrifata aykırı bir şey var mı gibi dikkatle hepsini bir süzdü. Sonra eliyle elçinin pek öne eğilmiş kavuğunu düzeltti. Biraz itti.

Prensin huzurunda nasıl eğileceklerini işaretle anlattı. Sonra iki tarafında yalınkılıç nöbetçiler duran yüksek kapı perdesini açtı. Önden girdi. Tahtta oturan prense ilerledi. Yerlere kadar eğildi. Geri Kildi. Dışarı çıktı. Elçiyle üç Türk ortada kaldılar. Yüksek tahtın etrafına bütün Boyar reisleri, meşhur savaşçılar, voyvodalar dizilmişlerdi. Hepsi ayakta duruyorlardı. Açık pencerelerden giren çiğ bir aydınlık, bu ağır saray sükûtuna karışıyor, kalabalık salona tenha bir mabet hali veriyordu. Elçi koynundan çıkardığı beratı öptü. Başına koydu. Sonra yere bakarak ilerledi. Tahtta murassa bir heykel gibi kımıldamayan prense uzattı.

Prensin sağ elinde altın bir asa vardı. Sol eliyle aldığı bu kâğıda gayet ehemmiyetsiz bir şeymiş gibi baktı, Sonra solundaki mavi sorguçlu genç mabeyincisine verdi. Elçi yine gözleri yerde, geri geri gitti. Ortadaki neferin omzundan topuzu aldı. Bu gayet ağır, altın yaldızlı, sarı parlak kabzalı bir aletti. Yere bakarak yürüyor, gülümsüyordu. Bütün gözler hareketini takip ediyordu. Tahtın önüne geldi. Ansızın… gözle görülmeyecek bir çabuklukla havaya kaldırdığı bu müthiş topuzu prensin elmaslı tacına öyle bir indirdi ki…

 

Salonun içinde kimse kımıldayamadı. Hepsi olduğu yerde dondu. Taş kesildi. Akabinde kaftanının altından büyük bir kılıç sıyıran elçi, Ulahça:
“İşte gördünüz ya! Bağımsızlık sevdasına düşen asi cezasını buldu!” diye haykırdı. Gözleri alevlenmiş, boyu birdenbire bir dev kadar büyümüş, kavuğu sivrilmiş, düşük bıyıkları kabarmıştı. Boyar reisleri, zırhlı savaşçılar, kahraman voyvodalar, cansız gibi kımıldanamıyorlar, tahtında kafası ezilmiş ölü hükümdarlarına baka baka titriyorlardı. Elçi salonun ortasındaki askerlerine döndü: “Hasan!” dedi, “Git kapıdan davul çal! Mustafa! Sen de Ulahça nara at! Meydandaki askerler hemen silahlarını bırakıp teslim olsunlar!” Sonra sancağı tutana da:

“Haydi çabuk, koş! Meydana sancağı dik!” emrini verdi.
“Baş üstüne! Baş üstüne!” diyerek üçü de koşarak dışarı çıktı. Saray halkı karanlık duvarlara yapılmış parlak, muhteşem yaldızlı resimler gibi sessiz, sakin, cansız duruyorlardı. Hala içlerinden kimse kımıldanamıyordu. Mum rengi çehrelerin şaşkın gözleri karşısında, bu tek Türk, kaftanının uzun eteklerini omuzlarına attı. Kılıcını kınına koydu. Uzandı, ezdiği başın üstünde duran kanlı topuzu aldı. Yere bıraktı. Sonra tahttaki ölüyü aşağı çekti. Onun yerine oturdu.

Gayet fasih bir Ulahçayla:
“Haydi, padişah namına bana itaat edin!” dedi. Sebebi bilinmez bir korkunun şaşırtıcı heyecanıyla dilleri tutulmuş kurt kürklü zengin Boyar reisleri, büyük kılıçlı cesur savaşçılar, çelik zırhlı voyvodalar, iki dakika evvelki hükümdarlarının daha soğumayan cesedini çiğneyerek, bir anda bir darbeyle bütün Eflak’ı zapt ediveren bu korkunç Türkün elini öpüyorlar, yüzüne bakamıyorlardı. Sarayın dışındaki muhafızlar da, içerdekiler gibi şaşırdılar. Korkudan kımıldayamadılar. Silahlarını yerlere atıp teslim oldular. Yalnız iki kişinin, davul çalana “Teşrifatı bozuyorsunuz!” diye kılıç kaldıran sarhoş kumandanla, doludizgin kaçmak isteyen birinci zabitin kelleleri uçuruldu! İşte bu kadar…

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız