Preloader image
İÇİNDEKİLER

Çağlayanlar – Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Ahmet Hikmet Müftüoğlu
ahmet hikmet müftüoğlu

Çağlayanlar – Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Osmanlı İmparatorluğunun son yılları ile Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında geçen kısa yaşamına sığan olağanüstü değişimler, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun yapıtlarının içeriğini ve biçemini de belirler.

 

Bir Türk Devletinin çöküşüne tanıklık ederken edindiği bilgilerden, yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak, gerekeni ve gerekmeyeni, iyiyi ve kötüyü, yalın ve aracısız gören yazar, yeni Türk Devletinin kuruluşunda aynı yanlışlara sapılmaması için büyük çaba gösterir.

 

Önceden kullandığı ağır dilin yerine arı duru Türkçeyi yerleştiren yazar, Türk dilinin değerinin ancak onun sürekli yazılması, konuşulmasıyla sürdürülebileceğini erken fark eden Türk aydınlarından biridir.

 

 

RAHAT DÖŞEĞİ’nden

 

 

1334 senesi aralık ayı sonunda bir sabah Pangaltı’dan geçiyordum. Hava bulanıktı. Harbiye Mektebinin yüksek kapısının önündeki otomobillere, eşya arabalarına şilteler, karyolalar yükleniyordu. Herkes gibi ben de gayriihtiyari durdum.
Arka tarafımda iki adam yavaşça mırıldandılar:
“… Mektebini işgal ediyorlar”.

 

Giden gelen beklenmeyen bir hadiseye maruz olmuş gibi irkiliyordu. Karşı kaldırım hayli kalabalıktı. Gözlerde umutsuz bir sükûtun bütün esrarı ağlıyordu. Kaşlar çatılmış, yumruklar sıkılmış, dudaklar titriyordu.

 

İki kadın:
– Bakın! Şu zavallı hasta askerlere! Sokak ortasında…
Büyük kapıdan kucak kucak koltuk değnekleri çıkardılar. Hastaların, yaralıların önüne silah gibi çattılar.

Yağmur çiseliyordu.

 

Harap bir kale enkazı ihmaliyle, mektebin duvarının kenarına yuvarlanan, çöken Mehmetçikler, yüzlerini elleriyle kapamışlardı. Dalgın ve dermansızdılar. Düşünüyorlar mıydı? Uzak karanlıklardaki Ayşeciklerinin nemli parlak gözlerini mi, anneciklerinin uçuk ve buruşuk yüzlerini mi görüyorlardı? Mekteplerin, camilerin, kışlaların, birden devrildiğini görmemek, düşüş gürültüsünü işitmemek için mi gözlerini kapıyor, kulaklarını tıkıyorlardı?..

 

Yukarı katlardaki camlar açılmış siliniyordu. Bu pencerelerden giren rüzgâr sanki altı yüz senelik ezici kuvvet ve büyüklük hatıralarını, şehitlerini, gazilerini, ganimetlerini, zafer şarkılarını, millî övüncü sürüp çıkarıyordu ve unutma vadilerine doğru savuruyordu.

Yağmur çiseliyordu…

 

Duvar kıyılarına birer kırık eşya alçak gönüllüğüyle sinen hastalar ıslanıyorlardı. Islandıkça büzülüyorlardı. Uzaktan benizlerinin uçukluğu, kuvvetsizlikleri tamamen seziliyor, bıkkınlıkları, bezginlikleri anlaşılıyordu. Açık kalplerindeki emel cevherleri artık dökülmüştü. Şimdi ruhlarında ne vatan muhabbeti, ne din gayreti, ne askerlik şerefi, ne hiçbir şey kalmamış gibiydi. Belki yükseklerden uçan bulutlardan bir yumuşak yatak, bir sıcak çorba, bir temiz elbise, bir şefkatli el arıyorlardı. Karşılarından ıslık çalarak rap rap geçen dünkü düşmanlardan nefret etmek hatırlarından geçmiyor, yağmur çiseliyor.

Ve bunlar sefaletlerinden habersiz görünüyorlardı. Kendilerini alıp götürecek, uzaklara, pek uzaklara götürecek bir araba, bir sedye, bir tabut, bir kasırga, bir yıldırım, bir şey bekliyorlardı. Fakat yüzlerine bakan bulunmuyordu. Bir zabit, bir hastabakıcı yoktu. Yalnız birçok nefer yırtık, eskimiş eşyayı devamlı at, eşek, öküz arabalarına yükletiyorlardı. Bunlar da yıkık birer ilahî bina değiller miydi? Bu enkazı çamurdan kurtaracak dindar bir el yok muydu?

Yağmur çiseliyordu.

 

Şimdi binanın pencerelerinden bir iki kırmızı çehre göründü. Tam bu sırada yoldan iki ihtiyar zabit geçiyordu. Biri dineldi. Kaskatı kaldı. Diğeri bir şeyler mırıldandı. Arkadaşını çekmek götürmek istedi. Beriki gitmedi. Mücadele birkaç saniye sürdü. İkisinin de gözleri dalmış, çeneleri kilitlenmişti.

 

Otuz-kırk sene evvelki mekteplerini ve oradaki hayat ve askerî hayallerini düşünüyorlar, şehit ve gazi yetiştiren bu tezgâhın, bunca senedir üç kıtada bulunan hudutlarımıza durmayıp akan kızıl kanların kaynağı olan bu mabedin bütün tarihini, duvarlarında, vatan, yiğitlik, şan, kahraman, fedakâr avazları aksettiren dershanelerini; Varna, Mohaç, Bizans, Kosova, Mercidabık menkıbelerini okuyan hocalarını; talimlerden sonra geçen gecelerde zaferden zafere uçan heyecan dolu rüyalarına saha olan yatakhanelerini düşünüyor, sonra çamurlar içinde kalan vatan ve vatandaşlarının, kendilerinin hâllerine yanıyorlardı.

Gittiler…

Tekrar döndüler, baktılar, baktılar; sarhoş gibi sendeleyerek gözden kayboldular.

 

Uzunca bir arabaya lekeli şilteler, kirli yastıklar yığılıyordu. İstif tamam olmuştu. Arabayı çeken zayıf mandaları, bir nefer kalın bir değnekle hayladı. Tam o sırada kapıdan bir çavuş göründü. Etrafına ürkerek, utanarak bakındı. Kolları arasında uzunca bir şeyler saklıyordu.
– Of! dedim. Sancaklarımız…

 

Arkadan aynı bedbaht emaneti kucaklarında taşıyan iki asker daha göründü. Üçü de birkaç saniye şaşalamış gibi çekinerek kapının önünde durdular. Yüklerini, bu rezaleti kimseye göstermemek istiyorlardı. Çavuş yürüdü. Çaresiz verilen acele kararı gösterir zoraki bir tavırla elindekileri şiltelerin arasına sokuverdi… Bu saltanat namusu ve milletin zilletini yabancılara göstermemek gayretiyle, üstlerine diğer bir döşeği çekti. Diğerleri de, altı buçuk asırlık hükûmet şanının nişanelerini bu rahat döşeklerine yatırmakta, tarihin mezarına gömmekte ona uydular. Zafer çağlarının hatıratını taşıyan bu mübarek milliyet sembolü, istiklal sembolü bir anda kayboldu ve benden başka eminim ki kimsenin nazarı dikkatini çekmedi. Artık bayraklar dürülmüş, kalpler durmuş, kanlar kurumuştu.
Sonra…
Sükût ve çamur…

 

Sıra hastalara gelmişti. Bunlar birbirlerine tutunarak birer gölge gibi duvara sürtünerek, inleye ıkına orada duran arabalara tırmanmaya başladılar. Pek kımıldanmayanların arkadaşları koltuklarına girdiler.

Arabanın biri o küçük yokuştan indi. Tramvay yolunda tam karşımda durdu. Bu dakikada yatan yaralılardan biri fırladı. Çömelenlerden birine hiddetle ve şiddetle bir tokat indirdi. Ardından ikisi de arabanın içinde yuvarlandılar. Dayanamadım. Yanlarına sokuldum:
– Hemşehrim! Ne oldunuz? Ne var? Herkes size bakıyor, dedim.
Tokadı atan, pos bıyıkları altında, uçuk dudakları titreyerek ve gazaplar soluyarak dedi ki:
– Bak efendi! Bak şuna! Artık din bitti, millet bitti diyor, Allah Teala’dan ümidini kesiyor.
– Çek arabacı!

 

Yağmur çiseliyordu ve ben ağlıyordum.

 

20 Ocak 1334 (1918)

EDE YAYIMCILIK

bilgi@edekitap.com

Bizler hikaye anlatıcılarıyız. Bu bizim genlerimizde var. Görkemli öykü anlatımı ilgi çeker, yaşam tarzlarını tanıtır ve ortak ruh yaratır. Binlerce yıldır birike gelen öykülerimizi, yaygın iletişim alanları için yeniden tasarlarız. Özüne uygun geliştirir, etkileyenleri göz önünde bulundurarak güncelleriz. Biz, EDE’yiz. Değer üretiriz.

Okur Görüşlerine Açık Sayfa

Yorumlayınız