Sözler ve Sesler: Türk Halk Türküleri
HALK ŞAİRLERİ NASIL YETİŞİYOR?
Bu aktan, karadan anlamıyan âşıklar nasıl oluyor da, demelerini, deyişlerini bir konuşma kolaylığiyle söyliyebiliyor diye merak edenler var. Hakları da yok değil ama, hangileri kasdediliyor acaba? Zira bizim «âşık» deyip geçtiğimiz bu gönül adamlarının arasında «halk âşığı» olanlar var; «meydan âşığı» olanlar var, «sohbet âşığı» olanlar var. Her üç tip halk şairi de ayrı ayrı şartlar içinde kendi havasını, suyunu bularak yetişiyor.
Halk aşıkları: Eski halk inanışlarına göre pir dolusu, aşk bâdesi içerek.. İnsan günün birinde, bir gaflet uykusuna dalmıya görsün! Hele pınar başları hiç tekin değildir. Nerede var, nerede yok, yeşil giymiş, yeşil başlı bir pir, gelip baş ucuna dikilir: «Uyan, gaflet uykusundan uyan gafil; sen kendini yetirmiş de, bulamıyorsun; yoksa sende olan kimde var; başın senin bir kuş kafesi; sesin dersen, Davudun sesi; on parmağından da bal mı dedin, bal akıyor; amma velâkin, aşk olmayınca meşk olmaz. Şu sunduğum şerbete pîr dolusu, aşk bâdesi derler; al oğlum al bunu; seni, beni yaratanın aşkına iç!» der.
Bu âvâre de: «Seni, beni yaratanın aşkına!» deyip içer. Yeşil başlı pîr, yeşil bir kâse daha sunar: «Al oğlum, bunu da üçler, yediler, kırklar aşkına iç!» der. Bunu da alır; «Üçler, yediler, kırklar aşkına!» deyip içer. Derken pîr, üçüncü doluyu sunarken «kudret gülü» dedikleri kolunu kaldırmaz mı.. O gafilin gözüne bir elinde gül, bir elinde bâde öyle bir perizade görünür ki, gülden gönüllü; bâdeden tatlı; kaşları kalem karası, gözleri âhu yazması, boyu servi dal gibi; doğan aya, ya sen doğ, ya ben diyor.. Ta öylesine bir güzel.. Birbirine «sen hangi yaylanın gülü, hangi gülün bülbülüsün?» demiye kalmaz. Koca pîr:
«Hey Allahın sevgili kulları; yazan Allah sizi birbirinize yazmış; bade-i aşkı içip ikiniz bir can olun.. Güller solup, gönüller perişan olmadan birbirinizi arayıp bulun!» deyince, ikisi birbirinin elinden içip dünyalarından geçerler, geçerler amma neden sonra uyanıp bakar ki, gafil ne baksın! Ne o pîr var; ne o peri.. Ancak, üç yüz altmış altı damarına bir od düşmüş, öyle bir yanış yanıyor ki, deme gitsin. Hemen pınara seğirtir amma, nafile..
Buna «ateş-i aşk» demişler; artar, eksilmez. Bunlar ferahlaşa ferahlaşa, ancak yüreklerini boşaltmakla ferahlıyabilir ve işte o zaman cankurtarana sarılır gibi saza sarılır; gayrı ne bir usta önüne diz çökmek ister, ne yedi yıl emek: «Hey Allahım, benim elimde ne var! Söylemek benden, söyletmek senden!» deyip de saza bir «din!» dedi mi, bitti; değil demelerini, deyişlerini bir konuşma kolaylığiyle çalıp söylemek; kâh eser yeller gibi, kâh çağlar çağlar gibi.. «Hak âşığı» derler bunlara; Âşık Garip gibi, Aşık Kerem gibi. Biri Resul, biri Mirza.. İkisi de «hâb-ı gaflet» de pir dolusu içmiş; biri Garip olup uyanmış; biri Kerem olup yanmış. İsimlerinin, eserlerinin etrafında da bildiğimiz halk hikâyeleri meydana gelmiştir. Bugün bu eski inanışa inanmıyanlar bulunabilir. Fakat en inanılmıyacak şeylerin de, inanılır bir tarafı vardır. öyle ya, insan hangi hülya ile yatarsa, çok kere o rüya ile uyanmaz mı?
Meydan âşıkları da, pir dolusu içerek değil; usta âşıkların sazı üstünde uyanıyor, eğer ruhlarında bir cevher varsa.. Ve zira, bu da her şeyden önce bir kabiliyet işi.. Her kabiliyet gibi, doğarken getirdikleri bu Tanrı vergisi de, ancak işlenirse gelişir; yoksa günün birinde ya kuruyup kaybolur; yahut da başka bir enerjiye kalbolur. Bu bakımdan denilebilir ki, meydan âşıklarının, şairlik kabiliyetini ilk işliyen, hayat ve tabiat; son geliştiren de önünde diz çöktükleri usta âşıklardır. Biri bunları «aşk» a düşürür; öbürü de «âşıklık» a ulaştırır.
Şöyle ki: Bu hayat ve tabiat, hayale sığmıyan güzelliklerle doludur. Yaratan yaratırken özendikçe özenmiş, çevre yanı lâle, sümbül bezenmiş; elvan elvan çiçek, buram buram koku, aygın, baygın ses… Hele yaz bahar dedi mi, dağ taş dile gelir; dal dal, yaprak yaprak çağırır insanı, gel diye; gel şu çamların gölgesine uzan; suların türküleriyle uyu, yeşilin rüyasına dal ve uyanabilirsen kuşların sesiyle uyan diye. Eh, insan, böyle bir yerde yaşar da, bir güzellik zevki almaz olur mu? Gayrı her yerde ve her şeyde güzeli, güzelliği ararlar; bazan bunu bir çiçekte bulur, bazan bir böcekte; derken günün birinde de bu güzelliği Allah’ın kendileri için yarattığını sandıkları bir güzelde bulur, gönülden vurulurlar ona; işte bu vuruluş ve tutuluşların adı aşk mıdır, ateş midir, her ne ise ocaklardan ırak yakar, yandırır adamı…
Hani dünya sel olup aksa, bu aşkı, bu ateşi söndüremez. Ferahlamak için, âşıklar yolunu tutup söze, saza koşulmak lâzım; lâzım ya, kolay mı bu! Âşıklıkta yol var, erkân var.. Bir defa, ustalardan usta bir âşık bulup el, etek öpeceksin; sonra önünde diz çöküp şöylesine yalvaracaksın: «Âşık baba gel rehmeyle; beni çıraklığa kabul et; kalbim var, dilim yok; derdim var, telim yok kalbimi dile, derdimi tele getirmenin yolunu öğret, yolunda yürüyeyim; yolunda öleyim!» diye..
O âşık da halden, dilden anlıyan bir âşıksa: «A yiğitin genci» der «sen bu aşkla iyice aşlanmış, haşlanmış, taşlanmışsın, daha fazla yaşlanıp başlanmasan da olur; sende yalnız aşk değil; âşıklık cevheri de var. Hele bir dur, seninle yayla yayla konup göçeriz. O çiçekli yerlerde gönlün gül olur açılır, dilin de bülbül olur söyler, bunlar olur şey! Vezni, düzeni kavramak, ayak kurmak, söz bulmak; bunlar da kolay iş; beni dinleye dinleye, deyişlerimi söyliye söyliye alışır, yetişirsin; gayrı koşmalar mı dedin koşmalar koşarsın, varsağılar mı dedin, varsağılar söylersin; hattâ, şu felek taş üstüne bir taş daha atsa, şu yürek dert üstüne bir det daha bağlasa da güzellemelerden üstün güzellemeler, yiğitlemelerden üstün yiğitlemeler yapıp yakıştırsam; şu dünyada âşıklara baş ben olsam, diye çırpınır durursun. Âşıklık dedikleri bu gül dikenli yolda pek onmazsın ya, güler yüz, tatlı dil ile gönül coşkunluğu içinde yaşarsm bir zaman..» diye, gönlünü alır.
Bu delikanlı âşık da, o günden sonra o büyük âşıkın önünde diz çöküp yedi yıl emek verir ve günün birinde ustasının sazı üstünde uyanıp yetişir. Kalbini dile, aşkını tele getirmiye başlar. Karacaoğlan, Dadaloğlu, Âşık Huhsati ve Âşık Mesleki gibi.. İşte bu halk şairlerine «meydan âşığı», dizip koştuklarına da «âşık edebiyatı» diyoruz.
Sohbet Aşıkları : Bâzı halk şairleri de, yine şair alarak doğar, etrafından, muhitinden de alacağını alır; fakat, usta
bir âşıkın sazı önünde diz çökmez de, bir duygu ve ifade terbiyesi geçirmek için, ya «Taptuğun tapusu» na, ya da
başka bir dergâhın eşiğine yüz sürer. Bu dergâhın dili sihirli bir dildir, kalbden kalbe seslenen bu dil, yalnız inandırmaz, inandırdıklarını sevdirir de.. Bu sevgi ise, sevgilerin başı olan Allah sevgisidir. Yani «mecazî aşk» a bedel «İlâhî aşk».. İnsan bu büyük aşka tutuldu mu, her türlü benlikten, nefsanîlikten sıyrılıp «Halk ile hak olmak» iştiyakı ile yanıp tutuşmıya başlar. İşte, bu yanan, tutuşan gönüllerin sesleri, nefesleri de birer şiirdir; Yunus gibi, Kaygusuz gibi.. Ruhlarını bir dergâhın ateşinde pişiren ve sofiyane şiirleri örnek ve meşk yaparak yetişen bu halk şairlerine «sohbet âşığı», tasavvufun mestîsini duyuran bedialanna da «tekke edebiyatı» diyoruz.
Türkü yakanlar’a gelince: Bunlar; ne bir pir elinden dolu içmiş, ne bir dergâhta çiğ iken pişmiş, ne de bir ustanın sazı üstünde uyanıp yetişmiştir. Çoğu kadın olan bu halk sanatkârlarının yaratma cehdini de, önce kendilerinin ince hisli yaradılışına, sonra da yaratılan eserleri yoğura yoğura ona asıl kalıbını, kıvamını veren «cemiyet» e borçluyuz. Elbette, daha ilk başta o türküyü yakan biri vardır; bu belki bir âşık, belki de bir kadın kişidir. Fakat, bu türkü topluluğun arasına yayıldıktan sonra onun dilinden, telinden çıktığı gibi kalmaz. Zamanla, yayıldığı yerlerin hislerini, seslerini alarak halkın istediği gibi değişip gelişir. Bir türkünün çeşitli varyanlar oluşu bundandır. İşte bunu değiştirip geliştiren şahsiyetler birbirine kalbolarak bir millî şahsiyet halini aldığı için, türküler ferdî değil, ma’şerî; yani bir şairin eseri değil, topluluğun yüreğinden doğmuş anonim eserler sayılır. Bunun için günden güne, yerden yere ve ağızdan ağıza geçen halk türkülerinin ne doğduğu tarih bilinir, ne doğduğu yer aranır, ne de onu ilk dizip koşan bulunur; Hâsılı — Köroğlu, Kerem, Karacaoğlan, Emrah gibi belli âşıkların, türkü havasına bürünen, bâzı parçaları bir yana — asıl türkülerin yaşı, başı pek belli değildir. Halkın, belki bu kadar ince eğirip, sık dokumadan halk türkülerine verdiği öteki ad, şu «memleket havaları» deyimi, bu bakımdan da ne kadar yerinde bir buluştur.
Bu itibarla halk türküleri; aralarındaki ölçü birliğine, şekil benzerliğine, dil ve duygu yakınlığına rağmen, ne «âşık edebiyatı» nın kadrosu içine alınabilir, ne «tekke edebiyatı» nın.. Onlardan büsbütün ayrı, tam mânasiyle bir «folklorik edebiyat» tır ve bizce asıl halk edebiyatı da budur ve bu mahiyetteki halk mahsulleridir. Mâ’şerileşmiyen, ferdî mahsuller olarak kalan âşık edebiyatı ile tekke edebiyatı ne geniş mânasiyle bir halk edebiyatıdır, ne de dar mânasiyle folklor edebiyatı.. Yukarı kümeye ait edebiyatlar gibi, bunlar da halk kümelerine ait bir nevi zümre edebiyatlarıdır. Bu suretle, ancak Türk edebiyatının birer kolu ve edebiyat tarihinin konusudur. Nasıl ki, ömrünü, gününü «Türk halk bilgisi» ne harcamış olan Dr. Kunoş, halk edebiyatı denilince, folklorik edebiyatı anlamış; yalnız bu kategoriye giren türküleri, manileri, destanları, masalları, efsaneleri derleyip toplamıştır. Yine tanınmış Fransız müsteşriki E. Saussey de, âşık edebiyatiyle, tekke edebiyatım profesyonel edebiyatlar olarak görmüş ve bunların folklorun çerçevesi içine almamıyacağını söylemiştir.
Halk türkülerinin mevzularını, bu mevzuların içtimai örgülerini, örf ve âdetlerden alınma desenlerini, kuruluş ve doyunuş metotlarını, duyuş ve ifade vasıtalarını, sanat ve estetik değerlerini ve nihayet sosyal fonksiyonlarını kılı kırk yararcasına tahlil etmek, bir önsözün üstüne düşmez. Bununla beraber, kısaca söylemek yakışırsa, halk türkülerinin asıl mihveri insandır. Ama, Kaf dağında yaşayan insan değil, bu toprağın üstünde doğan, bu toprağın üstünde büyüyen; içinde yaşadığı cemiyet gibi duyup, cemiyet gibi düşünen insan.. İşte türküler, bu reel insanın başına gelenleri, bunların gönül ve ülkü dünyalarını — spontane hamlelerle — dile ve tele getirir.
Gerçekten, başa gelmedik iş, ayağa değmedik taş olmaz. Kiminin başından bir kara sevdadır gelir geçer; kiminin başında kara gün kararıp kalır… Kimi gider, gelmez Yemene; kiminin kanı ılgıt ılgıt akar çemene.. Kimi bir söze, bir siteme alınır; kimi darağacında salım salım salınır. Kimi Muradın Bekir gibi düşer, bir muratsızın ağına; kimi Sepetçioğlu gibi dağların dağına.. Kimi Genç Osman gibi açar Bağdat kapısın; kimi Köroğlu misali atılır meydana, hâsılı bu türkülerden burcu burcu insan kokar; köy köy, yayla yayla Türk insanı! Fakat, bu demek değildir ki, türküler kulaklarını cemiyete tıkamış, gözlerini tabiata kapamıştır; hâşâ! İnsanoğlu, cemiyetin bir kolu, tabiatın bir kanadı olduğuna göre, onun başına gelen olayların toplum içindeki izlerini, akislerini de bu türkülerde bulduğumuz gibi, tabiatın dahi onunla beraber ağlayıp, onunla beraber güldüğünü görürüz. Hattâ aşk, hasret, gurbet gibi yeryüzünün müşterek hisleriyle de çırpındığına bakılırsa; türkülerin insanlığa ait temleri de aksettirdiği anlaşılabilir.
Bu türkülerin dili de, halk dili dediğimiz, o imajlı, İmalı dil; o engin ve zengin dildir. Pek yeri değil ama, bugün başımızı çevirip de geçtiğimiz bu dil, «dilde kendimizi bulmak» istiyenlerin arayıp da bulamadıkları dildir.. Bu dilin ne sihirli ve şiirli bir ifade kudreti olduğunu, şu türkülerden bir kere daha anlıyabiliriz. Çünkü ifadelerinde, parmağımızı ağzımızda bırakan öyle bir tablo canlılığı, yüreğimizi yerinden oynatan öyle bir tahkiye tatlılığı ve bir fidanın tomurcuklanması gibi kendiliğinden doğmuş görünen öyle bir sanat örgüsü var ki.. Hele o mısraların bir pınar gibi akışı ve «kavuşdak» ların kurnasına dökülüşü., derin bir tahassüs ve heyecanla sarıp sarmalıyor bizi.
İmdi, bu dil ve üslûp mucizesine, tel ve armoni kuvveti de katıştırıldığını bir düşün, ve sonra türkülerimizin ne paha biçilmez birer sanat eseri olduklarını var kıyas et artık! Gerçekten seslerle sözleri bir arada yoğuran türkülerin kendilerine göre öyle bir havası var ki, içli mi dedin, içli; dokunaklı mı dedin, dokunaklı.. Bu lirik ve titrek nağmeler, sadece yüreğimizi bir müzik tadiyle ısıtarak, okşayarak tatlı tatlı titretmekle kalmıyor; bizi âdeta, kendi dar kabuğumuzdan taşıran bir zevk ve heyecanla büyüleyerek türkülerden örülmüş renkli, sihirli bir âleme götürüyor..
Biz, baba – oğul Anadolu’da folklor dağarcığımızı doldururken köy köy, yayla yayla dinlediğimiz halk türkülerini de bir bir not aldık ama, notaya alamadık. Bu yüzden biz, cüz cüz güftelerini verebileceğiz; müzik folklorcularımız da, bestelerini esirgemezlerse, türkülerimizin hem süt be süt şiir olan «sözler» i, hem de Türk ruhunun iç âhengini taşıyan «sesler» i karanlık çağlayan halinde akıp gitmekten kurtulur. Halk ağzı ve halk sazından dillerine dil, tellerine tel katmak istiyen söz ve ses sanatkârları için millî ve orijinal bir sanat kaynağı olur. Üstelik, kültür ve medeniyet tarihimizi yazacak sosyologlarımız için de, ağzına kadar malzeme dolu, yeni bir folklor hâzinesi yerine geçer. Biz, boynumuza düşeni yapıyoruz.
Emek ve yorgunluklarımızın en büyük nasibi, eserciğini görmeden iki eli böğründe, muradı koynunda giden insan çocuğum için bir «Fâtiha» olacaktır.
Eflâtun Cem GÜNEY
HALK TÜRKÜLERİ'inden
CEZAYİR
Cezayir’in menekşesi top biter
Arasında türlü türlü ot biter
Benim derdim elinkinden besbeter
Dertlilere şifa olan Cezayir
Cezayir’in gemileri yağlanır
Yağlanır da tersaneye bağlanır
Cezayir’de koç yiğitler eğlenir
Dertlilere şifa olan Cezayir
Cezayir devesi gelir Hicaz’dan
Türlü kumaşlarla dolar bedesten
Hanımlar seyreder altın kafesten
Dertlilere şifa olan Cezayir
Cezayir’in harmanları savrulur
Savruldukça daneleri ayrılır
Sılayı andıkça başım çevrilir
Dertlilere şifa olan Cezayir
BİR İNCECİK YOLUM GİDER YEMENE
Bir incecik yolum gider Yemen’e
Ilgıt ılgıt kanım damlar çimene
Ölüm varmış güzelleri sevene
Ay karanlık gece vurdular beni
Yarin çevresine sardılar beni
Bir incecik yolum gider Serez’e
Yavrum sermiş mendilini kireze
Yok mu bize al yanaktan bir meze
Ay karanlık gece vurdular beni
Yarin çevresine sardılar beni
BUDÍN DEDİKLERİ
Budin dedikleri Aksuyun başı
Kan ile yoğrulmuş toprağı, taşı
Çerkeş bayraktardır şehitler başı
Geldi küffar aldı kale Budin’i
Aldı Budin kalesini geçti bedeni
Cihanlar tutuştu aklımız şaştı
Selâtin camisi havaya uçtu
Askerin yarısı hep şehit düştü
Geldi küffar aldı kale Budin’i
Aldı Budin kalesini geçti bedeni
Budin’in üstünde doğdu bir yıldız
Aldı hain küffar on iki bin kız
Kimi kadı, kimi müftü, müderris
Geldi küffar aldı kale Budin’i
Aldı Budin kalesini geçti bedeni
Budin dedikleri çepçevre meşe
Kurdunu, kuşunu doyurduk leşe
Hüngür hüngür ağlar genç Ali Paşa
Geldi küffar aldı kale Budin’i
Aldı Budin kalesini geçti bedeni
Budin’in içinde biz üç kız idik
Altın kafes içre beşli kuzuyduk
Küffarın eline lâyık değildik
Geldi küffar aldı kale Budin’i
Aldı Budin kalesini geçti bedeni
Okur Görüşlerine Açık Sayfa