Kar Yağıyor Gurbetimin Dağlarına, Üşüyorum…
Gece yorgun serdiği bedenini, uykusuz kaldırdı yataktan Asya. Saat sabahın altısını gösteriyordu.
Bir ceset gibi mutfağa sürükledi gövdesini, çay suyu koydu ocağa.
Yatak odasına döndü, yatağını toplamaya koyuldu. Kanaviçe işli yatak örtüsüne eski bir dosta dokunur gibi özlemle dokundu. Nakış nakış işlediği güller kadar canlı ve güzeldi, bir zaman hayalleri.
Gözleri duvarda asılı duran resme uzandı. Resimdeki güzel gelin umutla, sıcacık gülümsüyordu hayata. O günlerin üzerinden sanki aylar değil de yıllar geçmişti. Kırk yıl yaş almış gibi hissediyordu kendini. Aynadaki bitkin görüntüsü ile resimdeki kadının aynı kişi olduğuna kendi dahi inanamıyordu.
Kapıya sürülen anahtar sesinin ardından, eşi Haluk, neşeli bir şarkıyı mırıldanarak içeri girdi. Haluk geceden kalma sarhoştu, gözleri uykusuzluktan ve aldığı alkolün etkisinden kan çanağına dönmüştü. “Sevgili karım kocasının yolunu mu bekliyormuş.” Dedi. Yüzünde küçümseyen, alaycı bir ifade vardı.
Asya duymazdan geldi, mutfağa geçip çayı demledi.
Yeni Bir Dünya
Haluk ağzında yuvarladığı şarkı eşliğinde, Asya’nın az önce topladığı yatağa attı kendini ve hemen uykuya daldı. Kocasının yerlere attığı giysilerini toplarken, gözleri yeniden duvardaki resimlere uzandı genç kadının.
Haluk da mutlu görünüyordu o resimlerde; aşkla olmasa da sevgiyle bakıyordu karısı Asya’ya. Oysa, Haluk’un hayatında başka bir kadın vardı. Bunu bilmesine rağmen ne çekip gitmeye yetiyordu gücü, ne de kocasını o kadının elinden alabilmeye.
Haluk her gece sabaha karşı eve geliyor, gelir gelmez tek laf etmeden uykuya dalıyor, sonra işine gidiyordu.
Asya, çıkmaz bir sokakta kaybolmuş da, birinin onu bulmasını bekler gibi bekliyordu.
Başka Bir Kadın
Kaynanası Hatça kadın, uyanır uyanmaz gelinini ağlarken bulduğu için sinirlenmişti:
-Niye ağlıyorsun sen yine, geldin geleli gözünün yaşı kurumadı gitti.
-Hiiç, anam geldi de aklıma.
-Ananı çok seviyordun, niye vardın kocaya kızım, kalaydın yanında!
-Öyle bir hislendim işte.
-Anana ağlayacağına kendine ağla, kocamı nasıl eve bağlarım diye düşün. Aslan gibi oğlum sen geldin geleli eve barka uğramaz oldu. Karı ol da, kocanı evde tut!
-Ben ne yapabilirim ana, ne yapsam fayda etmiyor.
-Bütün gün gözünde yaş, suratın iki karış dolanırsan evin içinde, olacağı bu. Tadımız tuzumuz kalmadı sayende.
-Kim gülüyor ki yüzüme ben de güleyim yüzünüze? Varlığım hiçbirinizin umurumda değil. Beni böyle perişan edecektiniz, niye getirdiniz bu gurbet ellere?
-Ne etmişiz sana, yediğin önünde yemediğin ardında. El âlemin gelinlerine bak da örnek al, nankör!
-Oğlun istemiyor beni, yüzüme dahi bakmıyor. Kurbanın olayım Hatça ana, yolla beni anamın yanına. Belki ayrılık bize iyi gelir.
-Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Dostun düşmanın içinde, gelin boşattı dedirtmem, kendime. Aslan gibi oğul verdim sana, kadın ol da koca yap kendine!
-O zaman yol göster bana, ne yapacağım, nasıl yapacağım?
-İlkin sabredeceksin. Tekkeyi bekleyen çorbayı içer. Haluk, döner dolaşır gelir dizinin dibine.
-Ne zamana kadar bekleyeceğim ana, nereye kadar?
-Bebe bir doğsun hele, alsın evlat kokusunu, ondan sonra kovsan da gitmez.
-Oğlun bebeyi istemiyor ana, doktora gidip aldıracakmışız bebeyi.
-Neee, o nasıl laf! Yalan söylüyorsun, Haluk böyle bir şey demez!
-Kendisine sor, istemiyor, yeminle…
Torunum Doğacak!
Hatça kadın burnundan soluyarak daldı oğlunun odasına:
-Kalk oğlum kalk, uyku zamanı değil şimdi. Doğru mu karının dedikleri, aldıracak mısınız bebeyi?”
Haluk uyku sersemi ne olduğunu anlamaya çalışıyor, gözlerini aralamakta zorluk çekerek konuşuyordu:
-Ne diyorsun sen ana ya, ne bağırıyorsun sabah sabah tepemde?
-Bebeyi aldıracağınız doğru mu? Hani söz vermiştin bana, doğacaktı torunum. Konuşmuştuk bunları seninle. Valla hakkımı helal etmem. Şu emdiğin göğsümün biri kan olsun diğeri irin, sütümü helal etmem!
-Tamam ana, tamam. Senin istediğin gibi olsun, ama benden ne sen, ne de gelinin başka şey istemeyin. Gezdiğime, tozduğuma, geç gelip, erken gittiğime karışmayın artık.
-Karışan yok, erkek adamsın, gezip tozacaksın elbet.
Burası Yaban Eller
Hatça kadın zafer kazanmış komutan edasıyla mutfağa geçti. Mutfak kapısını kapatıp gelinini karşısına oturttu.
-Bak Kızım, beni düşman belleme. Dediklerime uyarsan sen kazanırsın, uymazsan başına geleceklerden ben sorumlu değilim. Bak burası yaban eller, dilini bilmezsin, yolunu yordamını bilmezsin, valla perişan olur gidersin.
Senin gibi kaç zülüflü turna gelin buralarda ziyan oldu, ben bilirim. Kafayı bozanı mı ararsın, intihar edeni mi, kötü yola düşeni mi, saymakla bitmez.
Dilini çek ağzının içine, karışma şu deliye bir müddet. Doğur bebeni, büyüt güzel güzel; tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı.
Adım Kocalı, Kendim Kocasız
Ben de zamanında aynı derdi çektim, kayın baban da böyle karı kız peşinde gece gündüz gezerdi. Adım kocalı, kendim kocasız dört duvar arasında kaç yıl devirdim bir ben bilirim. Erkek milletinin hepsi aynı kızım.
-Her gün sabaha karşı başka bir kadının koynundan çıkıp eve geliyor, çok ağrıma gidiyor, kaldıramıyorum ana.
-Ben diyorum sap, sen diyorsun saman. Kızım, erkek adamın elinin kiridir hovardalık, yarın yur yıkar, ak pak olur. Alaman karıyı kendine avrat edecek değil ya!
-Ben buna dayanamıyorum ana, anlamıyor musun? Dayanamam…
-Dayanamıyormuş… Dayanamayıp da ne edeceksin, onu de bana. Bebeyi mi aldıracaksın yoksa? Hele öyle bir şey yap, Allah yarattı demem, öldürürüm seni.
-Dil bilmem, yol bilmem, yalnız başıma sokağa bile çıkamıyorum, nasıl yapabilirim böyle bir şeyi? Allah’ın verdiği cana kıyamam zaten, girmem o günahın altına. Güzel anam gel beni dinle, yolla beni bir müddet anamın yanına. Vallahi ben de Haluk da hiç iyi değiliz, görmüyor musun?
-Küçücük aklınla beni kandıracağını mı sandın. Aklınca Türkiye’ye gidip Haluk’tan boşanacaksın, bebeyi de bize göstermeyeceksin, öyle mi? O küçük beynine sok, o bebek nerede doğarsa doğsun senin onun üstünde hakkın yok.
Haluk Alman Vatandaşı
Haluk Alman vatandaşı, senin daha Almanya’da oturma müsaaden bile yok. Haluk istediği an seni yurtdışı ettirir; karımı istemiyorum demesi yeter. Alman Devleti bize koymaz kendi alır bebeyi elinden. Ayağını denk al, edebinle otur, bebeni büyüt. Kafanın dikine gidersen, bebek doğunca alır elinden, seni attırırım Türkiye’ye. Ömrü hayatında göremezsin bir daha yüzünü.
Hatça kadın sözleriyle birlikte dağları da Asya’nın üstüne devirmiş, evin kapısını hızla çarpıp çıkmıştı. Midesi bulandı Asya’nın, başı döndü, kendini balkona zor attı. Sokaktan geçen insanlar ona yabancıydılar. Apartmanlar, geniş caddeler, hepsi üzerine üzerine geliyordu. Bu yaban ellerde hiç olmazsa bir arkadaşı, dert ortağı olaydı ya.
Oturma İznin Bile Yok
Anasıyla konuşma isteği giderek büyümüştü içinde. Anasına anlatabilseydi, derman olamasa da ortak olurdu derdine. “Canım kızım, sırma saçlım, sen ağlama anan ağlasın, anan yansın derdine” derdi.
Telefonu yurt dışına kapattırmıştı kaynanası. Ayda bir telefon kulübesine götürüyordu Asya’yı, onun kulak misafirliği eşliğinde konuşmasına izin veriyordu. “Beni düşünme, ben çok iyiyim” diyordu anası ile yaptığı kısa konuşmalarda; “Haluk da çok iyi. Kaynanam beni kızından ayırt etmiyor, çok biliyorlar kıymetimi. Benim tek derdim sana olan hasretim”.
Oysa, “ana iyi değilim, ben hiç iyi değilim” demek istiyordu. “Buralar yaban, herkes yabancı ve ben kimsesizim. Mutlu değilim, kocam bakmıyor yüzüme, bir eşya kadar bile değerim yok bu evde. Dua et ana, doğmamış torunun için, benim için. Dualarının yüzü suyu hürmetine kurtulayım bu karanlıktan”. Diyemiyor, sesi düğümlenip kalıyordu, telefonun ucunda.
Ağlamayacaktı Bundan böyle
Yetimdi Asya, babasını çocukken kaybetmişti. Anası üç kız çocuğuyla kalakalmıştı ortada. Kız kardeşleri ondan küçüktü. Asya onlara yardımcı olabilmek için Almanya’ya gelin gelmeyi kabul etmiş, hiç tanımadığı Haluk ile en çok da bu sebepten evlenmişti.
Kendi okuyamamıştı, kardeşleri okusun istemişti. Şimdi değil onlara, kendine bile yardım edemiyordu. “Dayanmalıyım” dedi kendine. “Bir çıkar yolu olmalı. Bu durum hep böyle sürüp gidecek değil ya, belki de kaynanamın dediği gibi, çocuk doğunca düzelecek her şey. Düzelmese bile çocuğum yeter bana, onun sevgisi unutturur her şeyi, sabrıma sabır katar”.
Sildi gözlerini, ağlayamayacaktı bundan böyle, doğacak çocuğu için sağlam duracaktı.
Alman Kızdan Ayrılmam
Haluk öğleden sonra uyandı, gözlerinin altına mor halkalar oturmuştu. Haluk’un bitkin hali Asya’da acıma duygusu yarattı.
Her şeye rağmen kocasına hak vermiyor değildi. Alman kızdan ayırmak isteyen annesi, zorla evlendirmişti oğlunu. Asya ile evlenince o kadını unutacağını düşünmüştü, ama genç adam vaz geçmiyordu sevdiği kadından.
Evliklerinin ilk günlerinde gizli saklı sürdürürken ilişkisini, sonradan saklama gereği bile duymamıştı. Haluk için de zor olmalıydı istemediği bir evliliği sürdürmek. “Belki o da benim kadar çaresizdir, böyle olsun istememiştir” diye geçirdi içinden.
-Yemek hazır, bir şeyler yemek ister misin?
-İstemem! Senden gelen hiç bir şeyi istemiyorum, anlamıyor musun? Sesini dahi duymak istemiyorum.
-Haluk, içinde olduğumuz durumu daha da zorlaştırmayalım. Doğacak çocuğumuzun hatırına iki yabancı gibi de olsa konuşabilelim en azından.
-Anneme neden söyledin, çocuğu aldıracağımızı? Sana söyleme demiştim.
-Ağzımdan kaçtı, hem ben yapamayacağım. Bu günahın altına giremem, öldüremem içimde büyüyen canı. Sen istediğin gibi yaşa, karışmam sana. Ben burada ailenle oturur çocuğumu büyütürüm, dolaşmam eline ayağına.
-Çocuk doğsun ben sana yapacağımı biliyorum. Yollayacağım seni geldiğin yere.
-Bebek doğunca yolla bizi, razıyım.
-Çocuğu sana vereceğimi mi sandın aptal kafa. O burada benimle kalacak, seni attıracağım Türkiye’ye ve bir daha yüzünü görmeyeceğim.
-Çocuğumu bırakmam buralarda, bırakamam kimseye.
-Öyle bir bırakırsın ki, mecbursun buna. O çocuk Alman vatandaşı doğacak, ben izin vermedikçe sen hiç bir yere götüremezsin.
Ruh hastası mısın Kızım Sen!
Haluk anasına olan kızgınlığını Asya’dan çıkartıyor, sesinin tonunu yükselterek, sözünün ağırlığını arttırarak bağırıyordu.
O sırada ekmek dilimleyen Asya, tüm öfkesini yüklediği bıçağı olanca kuvvetiyle bastırıyordu, yumuşacık ekmeğe. Elini bir kaç yerinden kestiğinin farkında değildi. Parmaklarının arasından kandamlaları sızıyor, o ekmek yerine parmaklarını doğramaya devam ediyordu.
Haluk gördüğü manzara karşısında şaşkındı:
-Ruh hastası mısın kızım sen, deli misin, elini kestiğinin farkında değil misin, aptal?
Asya duymadı, ekmek dilimlerini kana bulamaya devam etti.
Uğultular Giderek Büyüdü
Haluk küfrederek, bağırarak, güçlü elleriyle Asya’nın iki kolunu tutup, silkelemeye başladı onu.
Haluk’un sesi Asya’nın kulaklarında uğultuya dönüştü.
Uğultular giderek büyüyordu, tıpkı kocasının gözlerinde gördüğü öfke gibi.
Kıvrak bir hamleyle kocasının ellerinden kurtardı bıçak tutan elini ve aynı kıvraklıkla kocasının göğsüne sapladı bıçağı.
Haluk’un öfkeli gözlerinde yanan şimşekler söndü önce, sonra kırmızıya bulandı koca gövdesi ve yığılıp kaldı yere.
Ayten bağırmak istedi, sesi yoktu.
Kaçmak istedi, gücü yoktu.
Haluk’un ardından o da yığıldı yere.
Hatça kadın oğluyla gelinini mutfakta kanlar içinde buldu. Eve gelen cankurtaran iki ağır yaralı götürdü hastaneye.
Haluk kalbine isabet eden bıçak darbesi sonucu kan kaybından öldü.
Asya düşük yapmıştı, cinnet halindeydi.
Hastanedeki tedavisinin ardından, dilini bilmediği, kimi kimsesi olmadığı Almanya’da hapse mahkûm edildi…
Asya Benim Mektup Aarkadaşımdı
Mektup arkadaşım, mahkûm arkadaşım ile tanışmama vesile olan, bir gazetenin arka sayfalarına düşülen küçük bir ilandı. Almanya’da hapiste yatan Türkler için Türkçe kitap paylaşım etkinliğine katkı çağrısıydı. Ben de yollamış ve kitapların birine, “Bu kitabın ulaştığı kişi, artık arkadaşız” yazmış, adresimi de eklemiştim. Asya düşmüştü bahtıma.
Kime benzerdi, nasıl bakardı gözleri, boyu posu nasıldı, bilmiyorum. Hiç görmedim onu. Bir resmi olsun isterdim, arkadaşlığımızın kanıtı. Söylediğine göre yaşadığı yerde fotoğraf makinası yokmuş, zaten resim çektirmek de yasakmış. Belki de bu yüzden, acı çeken her kadının gözlerinde onu görüyorum, ağlayan kadınların sesinde onu duyuyorum.
Yıllar süren mektup arkadaşlığımız, Asya’nın Türkiye’ye suçlu iadesiyle son buldu. Biliyorum ki vefasızlığından değildi yazmayışı, unuttuğunu ise hiç getirmedim aklıma. Geçmişi unutmak isteyen bir kadının, hüzünlü hikâyesinin bir sayfası da bendim ve o defteri kapatmak istemişti yalnızca.
Şimdi nerededir, nasıldır bilmiyorum. Ondan geriye onlarca mektuba sinmiş hüzünlü sözcükler ve her su içtiğimde aklıma düşen şu satırlar kaldı:
“Kana kana su içmeyi özledim. Her gece rüyamda ak köpüklü bir pınardan kana kana sular içiyorum. Dilim damağım kuru uyanıyorum… Burada musluktan akan su, içilir gibi değil. O pis kokulu, paslı suyu nasıl betimlersem betimleyim, anlatabileceğimi, anlayabileceğini sanmıyorum.
Hapishane de küçük bir atölye var; mahkûmlar cüzi bir maaş karşılığında çalışabiliyorlar orada. Sırada bekliyorum, isçiye ihtiyaç olduğunda ben de çalışmaya başlayacağım. Elime geçen paranın hepsine kantinden su alıp, benim gibi kimsesizlere dağıtacağım. Bir bardak tatlı suya hasret kalmanın ne demek olduğunu biliyorum.”
Okur Görüşlerine Açık Sayfa