Hadi afiyet Olsun! Evviva la Turco!
Vakit öğleni biraz geçmişti. Hava çok sıcaktı. Dondurmacıların, ellerindeki uzun küreği çıngıraklara çarptırıp, dondurma buuz diye bağırarak keyiflendiği; şerbetçilerin, sırtlarında taşıdıkları güğümlerden köpürte köpürte cam bardağa şerbet doldururken, ballı meyaan, diye geleni geçeni kışkırttıkları günlerdeki gibi bir sıcaktı. Sessiz ve sakin caddenin tek tük gürültüleriydi bu sesler. Sıcak olduğu için değil, cadde her zaman sessizdi. Parke taşlı caddenin üzerinden günün belirli saatlerinde gelen 5 numaralı belediye otobüsü ve dolmuşçuluk yapan çarpık bacaklı Skodalarla, arada sırada geçen büyük Amerikan arabalarının çıkardığı gürültü olmasa, tozların o sıcak havada yanarken çıkardıkları çıtırtı bile duyulabilirdi. Evet, havada uçuşan tozların yanık kokuları bile hissediliyordu. Sıcaktı; çok sıcak.
“Daha geleli bir hafta oldu, memleket gözümün önünden gitmiyor” diye düşündü, Pınar Güner. Alışkını olduğu kuru sıcağın özlemiyle derin bir iç geçirdi ve yanık toz kokusuyla dumanı üstünde tüten lahmacun kokusu yer değiştirdi. İnce çekilmiş karabiberin ve değirmende dövülmüş kırmızı yaprak biberin, lahmacundan ayrılıp uzaklaşırkenki sarmaş dolaş olmuş hallerini çekti içine uzun uzun. Burnundan zihnine kadar ulaşan bir gıdıklanma hissetti. Günde çıkarılmış biber ve domates salçasının kokusunu ayırt etti. Biberin, soğanın ve sarımsağın, ince kıyılmış maydanozla nasıl böyle güzel bir koku yaydıklarına şaşırdı bir an ama koklamaya doyamadı, devam etti.
Fırının küçük kapağı her açıldığında bir dizi lahmacun çıkarıyordu, fırıncı. Her yanı aynı kızarsın diye eviriyor, çeviriyor yeniden içeri gönderiyordu. Yavaş yavaş köz olan meşe odununun cılız alevleri her seferinde yeniden öpüp okşuyordu, gelenleri; yanıyor, yakıyordu. Fırın taşlarının, meşe odununun, ceviz ağacından küreğin kokusu diğerleriyle birleşiyor, lahmacun oluyordu. Fırıncının küreği üstüne sere serpe uzanmış olarak son kez dışarı çıktıklarında yaydıkları koku, dayanılamaz ve karşı konulamaz bir çağrı olup uçuşuyordu her yana.
“Ay ne güzel koktu” dedi, Pınar Güner ve o yapış yapış sıcağa rağmen iyice siftindi, uzun zamandır elini tuttuğu Yalçın’a. Yalçın Güner, önce gözünün ucuyla hanımına baktı, sonra karşıdaki zengin lokantasını süzdü. Pınar’a hissettirmeden o da kokladı etrafı; belirgin bir koku alamadı ama açık vermedi. “Hıhı” dedi, geçiştirdi.
Taş merdivenlere kilise binasının gölgesi düşmüştü ve o serinliğe razı olarak oturmuşlar, geleni geçeni izliyorlardı. Pazar günü olması ve sıcak nedeniyle tek tük araç geçiyordu; insan yok denecek kadar azdı. Meydanın ortasındaki süs havuzunda serinleyen, şamata eden üç dört küçük çocuğun sesinden başka gürültü de yoktu. Karşıdaki lokantadan dışarı Napoliten ezgiler taşıyordu, belli belirsiz. O ezgilere uymak istermişçesine sessizce ve yavaşça bir Vespa geçti önlerinden. Yeşil renkli, fısıltı halinde çalışan Vespa’nın üstünde, küçük kaskları başında iki kişiydiler. Arkadaki ufak tefek olanı, kollarını öndeki sürücünün beline dolamıştı ve sanki motorla beraber üzerindekiler de güzel bir uyku halindeydiler. Bir yere gidiyorlarmış gibi bir telaşları yoktu. O sıcağın bir parçası gibi bir oraya bir buraya gezinen bir haldeydiler.
Onlar geçerken, meydanda gösterişli bir araba belirdi ve büyük bir gürültüyle Vespa’nın yanından geçerek kilisenin karşısındaki lokantanın önünde durdu. Yeni olduğu her halinden belli arabanın içinden önce, altın kolyeli ve kolunda ben buradayım diye bağıran bir saati olan, göbekli adam çıktı. İri cüssesinden beklenmeyen bir kırıtışla fırladı gitti, diğer kapıyı açtı. Kucağında küçük köpeğiyle ve bin bir edayla inen kadının peşinden yürüdü, geriye dönüp arabasına son bir göz attı, sonra birlikte lokantaya girdiler.
Lokantanın kapısının açılmasıyla Yalçın, burnuna değişik kokular hücum ettiği hissine kapıldı. İçlerinden biri tanıdık geldi; acı biber kokusu. Kendisinin şimdi aldığı kokuyu, hanımı daha önce hissetmişti anlaşılan. Zavallı küçük sevgilim dedi içinden; demek ki, gebelik hassaslaştırmış. Açlığını daha da hissetti ve kolunun altına sokulan genç kadını iyice göğsüne çekti. Küçük hareketlenme Yalçın’ın midesinden yeni gurultular yükselmesine neden oldu, çaresizce ve mahcupça Pınar’ın saçlarını okşadı. Kendisi neyse de onun mutlaka bir şeyler yemesi gerekiyordu ama delikli kuruşları bile yoktu.
“Keşke Türkiye’de kalsaydın, orada okusaydın,” diye mırıldandı, Pınar Güner.
Keşke, diyecek oldu, ama demedi. Türkiye’ye dönemem ki, diyemezdi. Nasıl diyebilirdi ki; sen beni burada okuyor biliyorsun ama beni suça bulaştırdılar. Türkiye’den gelirken çantama önce esrar koydular, sonra yakalattılar. Mahkemeye çıkardılar, üniversitedeki hocamın kefaletiyle şartlı tahliye ettiler. Ne iyi insanmış diyecekken, onun da diğerleriyle birlikte olduğunu öğrendim. Dediklerini yapmadığım gün hapse tıkacaklar. Ne mi dediler? Sana para vereceğiz, buraya gelen Türk öğrencileri ve işçileriyle Türkiye’den esrar getirteceksin. Türkiye’deki bağlantılarını da biz ayarlayacağız, sen taşıyıcıları bulacaksın, başka bir işin yok. Esrarı alıp parayı verirken biz sizi yakalayacağız. Parayı da uyuşturucuyu da alacağız. Esrarı getireni tutuklayacağız ama seni görmeyeceğiz bile. Biz, yakaladığımız uyuşturucu için Uluslararası Uyuşturucuyla Mücadele Fonundan ödül paramızı alacağız. Sen de özgürce öğrenimine devam edeceksin. Tüm bunları bir çırpıda ona anlatmak birlikte çare bulmak istedi ama boşuna olurdu bu çabası. En iyisi durumu kurtarıcı davranmaya devam etmesiydi. Nasıl olsa Pınar yarın memlekete dönüyordu ve kendisi burada bir çaresini bulabilirdi. En kötü anlarda bile yitirmediği umutlu ruh halini takındı ve alaylı bir cevap verdi, Pınar’a:
-Ya, tabi, Türkiye’de kalsaydım da aç sefil yaşayan bir sanatçı olsaydım. Türkiye’de resimlerimin satılması için ya zengin birinin karısı olmam gerekir ya da ölü bir ressam.
Zaman, henüz iletişim çağı değildi. Telefon etmek için numarayı yazdırıp günlerce beklenilen, mektubun, havalenin gelmesinin haftalar aldığı yıllardı. İşçi olarak gitmenin dışında, yurt dışına çıkmanın bir ayrıcalık ölçüsü olduğu zamanlardı ve nüfuzlu ailesi sayesinde bu ayrıcalıktan yararlanıyorlardı. Yalçın Güner, karnı iyice büyümeden, sonra gelmem zor olur diye doğumdan önce kısa süreliğine kendisini ziyarete gelen karısına:
-İki gün parasız kaldım diye telaşa gerek yok. Babam göndermiştir, yarın konsolosluğa gider alırım. Dedi.
İnanmış göründüğünü belli etmek isteğiyle, Yalçın’ın elini iki eliyle daha sıkı kavradı Pınar. Karşıdaki lokantanın kapısının yeniden açıldığını gördüler, başka bir hareket olmadığından olsa gerek ikisi de o yöne bakmaya başladılar. Deminkiler yemeklerini yemiş çıkıyorlardı.
Önde kadın ardında adam arabaya yöneldiler. Adam kadının yerine oturduğundan emin olduktan sonra kapıyı örttü. Bir güzeli sevmiş olmanın sağladığı sevinçli ve neşeli bir havayla sürücü tarafına geçmek üzere arabanın arkasına doğru yöneldi. Tam kapıyı açmak üzereyken daha önce hımbıl hımbıl geçen Vespa canlanmış bir halde hızla adamın yanına yaklaştı. Arkadaki küçük yapılı olan yerinden fırladığı gibi doğrudan adamın ceplerine yöneldi, iri cüzdanı çekti, aldı.
Neye uğradığını şaşıran adam küçük olanın elinden cüzdanını kurtarmaya çalışırken iri cüsseli olanın attığı tokatla sendeledi, ama cüzdanı bırakmadı. Cüzdanı alamayacağın anlayan küçük yapılı ki artık onun kadın olduğu anlaşılıyordu, cüzdanın açık ucundan paraları çekti aldı. Kocaman boyutlu İtalyan Liretlerinin bir kısmı kızın elinden kurtuldu ve havaya saçıldı. Uçuşan paralar göz kamaştırıcı bir görüntü oluştururken çevredeki her şey sanki hareketsiz kalmıştı. Ya da Yalçın ve Pınar Güner’in gözleri havadaki Liretlere odaklanmış, başka bir şey görmüyordu.
Muhtemelen böyleydi, çünkü inişe geçen Liretlerle birlikte boyunları öne doğru uzanıyordu. Yavaş hareketlerle, bir sağa bir sola, salına salına etrafa saçılan paralardan ikisi arabanın altına doğru süzülmüştü ve bunu sadece onlar görmüştü. Bu sessiz ana, Vespa’nın kaçarken çıkardığı güçlü bağırtı son verdi. Küçük yapılı kadın, yere atlarken olduğu gibi atik bir hamleyle Vespanın terkisine bindi ve kısa sürede ara sokaklara doğru gittiler, gözden kayboldular.
Adam, elinde boş cüzdanı, yere saçılmış Liretler ve yediği tokatın etkisiyle dağılmış saçlarıyla kala kaldı. Arabanın içindeki kadının çığlıkları, fino köpeğin ince sesiyle havlamaları da kesildi. Sessizlik adamı kendine getirdi ve şaşkınlıkla dışarı çıkan garson kızla iri göbekli lokantacıyı da görünce toparlandı, yaygaracı bir İtalyan oluverdi; gürültüyle sövüp saymaya başladı. Lokantacı adamı teskin etmeye çalışırken garson kız, az önce yüklü bir bahşiş aldığı adamın yerdeki paralarını topladı ve adama verdi. Adam, paralarını cüzdanına tıkıştırarak arabaya binerken, garson kızla lokantacı da dükkânlarına doğru yöneldi.
Arabaya binen adam bir müddet de orada bağırışlarına devam etti. Tokat yiyen o değilmiş gibi esip gürleyerek yanındaki kadının kendisini sakinleştirmesini sağladıktan sonra arabayı çalıştırdı. Sıcağın etkisiyle yumuşamış lastiklerini kaydırarak, büyük bir gürültü ile uzaklaştı. Arabanın altında, tekerin duldasında kalan paralar, boşlukta dağılan eksoz dumanının gölgesinde hafifçe kımıldadılar. Çağrıyı alan Yalçın ve Pınar bir an birbirlerine baktılar. Usulca yekindiler ve önce lokantanın önüne uğradılar, sonra yönlerini değiştirip, ara sokağa doğru yürüdüler…
Meydana yakın pahalı lokantaların bulunduğu sokakları bir bir geride bıraktılar. Üniversitenin ve yurtların bulunduğu yere ulaştılar. Sanki memleketteki mahallelerine gelmiş gibi rahatladılar ve gördükleri ilk pizzacı dükkânına girdiler. “Lahmacun. Şöyle acılı bir lahmacun olsaydı keşke” diyen Pınar’a gülerek bakan Yalçın pizzacıya dönüp, “iki acılı pizza!” Dedi. Pizzacının soran gözleri yerine otursun diye de İtalyancasını söyledi.
Ağızlarının suyu aka aka pizzanın hazırlanmasını beklediler. Büyük tahtalar üzerinde dilimlenmiş, dumanı üstünde tüten pizzalar önlerine getirildiğinde, lahmacunun yerini tutmaz ama pizzacun geldi hanumcum, diye Pınar’ı güldürmeye çalıştı Yalçın. Güldürdü de. Sabahtan beri süren tedirgin ve aç bekleyişin ardından kuruldukları şu küçük sofra, sinirlerini gevşetmiş, her şey hoş görünmeye başlamıştı. Hem de katıla katıla güldü, Pınar. Yalçın’da neşelenmişti ve pizzacının ciddi bakışlarına rağmen olur olmaz her şeye güldüler. Dikkatleri dağılmış bir haldeydiler ve yanlarındaki masaya gelenleri bile fark etmemişlerdi. İştahla yedikleri pizzanın son parçasına başlamışlardı ki Pınar, dondu kaldı. Pınar’ın baktığı yöne bakan Yalçın da durumu fark etti ve gülen gözbebeklerinin ışıltısıyla selamladı, velinimetlerini. Küçük yapılı kadınla, iri adam yüzlerine taktıkları gülümsemeyle karşılık verdiler ama bu çabaları tedirgin hallerini gizleyemedi.
“Hadi” dedi Yalçın Güner. “Biz çıkalım da rahat rahat yesinler.” Karnı tok insanların saadeti içerisinde, hesabı ödediler ve çıkıp gittiler.
Pizzacı, parasını yerleştirdikten sonra kapıya yöneldi ve giden müşterilerini arkalarından bir müddet süzdü. Pınar ve Yalçın, köşeye yakın yere bırakılmış yeşil Vespa’nın yanından dönüp gözden kayboldular. İşinin başına dönerken, “Türk’müş bu şaşkınlar,” dedi pizzacı. “Bizim yemek yediğimiz yere sonradan gelen olursa onların yediği yemeğin parasını vermek bizde gelenektir, dediler sizin ücretinizi de ödediler.” Pizzacı, onların şaşkın ifadelerine aldırmadan “kırk yılda bir rastlar böylesi, hadi afiyet olsun,” dedi.
İkili önce adama, sonra birbirlerine gülümsediler, önlerindeki gazoz bardaklarını Evviva la Turco! diye havada birleştirdiler…
Skoda: 1970’li yıllarda yük ve yolcu taşıma aracı olarak kullanılan, arka tekerleri içe doğru eğik olduğu için böyle adlandırılan Çekoslovakya yapımı araç.
Napoliten ezgi: İtalyanca özellikle Napoli bölgesine özgü müzik eseri
Vespa: italya’da kent içi ulaşımda yaygın olarak kullanılan bir motorsiklet türü
Evviva la Turco: Çok yaşa Türk! veya Türklere! gibi bir kutlama sözü.
Okur Görüşlerine Açık Sayfa