Haydi Türk Soylular Savaşa!
Batının, gerçek yüzünü bir kez daha gösterdiği İkinci Dünya Savaşı yılları, Türkiye’de açlık, kıtlık ve baskının türlü şekillerde kol gezmesiyle kendini hissettiriyordu.
Savaşın dışında kalan Türkiye, yanı başında cereyan eden bu felaketten etkileniyor ama Mehmetçiğin kanının akmamış olması sebebiyle pek zararlı çıkmıyordu.
Ancak öteki Türk illerinin Mehmetleri, Türkiye’deki soydaşları kadar şanslı değildi. Yüzyılın başından itibaren Çarlık Rusyasının zulmüne maruz kalan Türk Soylu Halklar,
1917 İhtilaliyle önce Lenin, ardından da onu mumla aratan Stalin’in insanlık dışı baskılarıyla per perişan oluyordu.
Sovyetler Birliği coğrafyasında, Rusların ve kısmen Ermenilerin dışındaki halklar, İkinci Dünya Savaşının olağanüstü şartlarında, akla hayale gelmeyecek zulümlere maruz
kaldılar.
Rus, Ermeni ve Gürcülerden oluşan Ortodoks dindaşların dayanışması, kendinden görmedikleri Türk ve Türk akraba topluluklarından oluşan Müslümanları, hem Sovyetler adına savaşlara sürükledi, hem de kargaşadan istifadeyle onları yurtlarından sürerek kendilerine yeni yurtlar edindi.
Türkistan topraklarında yaşayan Türkleri, Türkmen, Özbek, Kırgız, Kazak diye ayırt etmeksizin Sovyetler Birliği’nin düşmanı Almanlara karşı savaştıran Ruslar, böylece bir taşla iki kuş vurdular.
Türkistan’ın yiğit ve genç nüfusuyla hem Sovyet ordusunu güçlendirdiler, hem de Türklerin yurdunda üretimin ve gelişmenin önüne geçmiş oldular.
Moskova yönetimleri, Türkistan yurtlarında yaşlı ve yardıma muhtaç ihtiyarları, kucaklarında bebekleriyle çaresiz kadınları ve geride kalanların sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalan, onlu yaşlarında yiğit muamelesi gören çocukları kaderleriyle baş başa bıraktılar.
Sömürgeciliğin kırk oyunu
Türkistan’ın geri kalmasının şartlarını oluşturan Rus sömürgeciliği bununla da yetinmedi. Kırımlılar, Karaçaylılar ve Ahıskalılar gibi pek çok Türk boyuna mensup kişiler
hem cepheden cepheye sürüklendi, hem de benzeri sadece Yahudi soykırım filmlerinde görülebilecek türden uygulamalara tabi tutuldu.
Bir gece sabaha karşı, daha dün omuz omuza savaştıkları Sovyetler Birliği askerleri tarafından evlerinden alınıp önce kamyonlara, ardından istasyonlarda bekletilen yük
ve hayvan vagonlarına bindirilen, daha doğru bir ifadeyle üst üste istiflenen insanlar, sonu gelmeyecek bir meçhule doğru gönderildi.
Kapıları çivilerle çakılmış vagonlarda, kadın çocuk, yaşlı demeden Sibirya’ya ve Türkistan bozkırlarına doğru yola çıkarılan sivil Türkler, açlık, susuzluk ve dondurucu
soğuğun insafına terk edildi. Bu zulme dayanacak gücü olmayanlar birer birer şehit olurken, zulmün askeri Moskof, cansız bedenlerin defnine bile müsaade etmedi.
Şehitleriyle birlikte yolculuğa mecbur edilen zavallı insanların bazısı aklını kaybetti. Çivili kapıların ardında kaderlerine terk edilen, başkasının yanında hacet gidermenin
utancıyla bir an evvel ölümü arzulayan kadınlar, genç kızlar, gelinler ve yaşlılar tarifi imkânsız acılarıyla baş başa bırakıldılar.
Stalin vahşeti altındaki Türklerin dramı, Cengiz Dağcı, Halimat Bayramuk gibi yazarların çabalarıyla gün yüzüne çıkarıldı. Bu hazin tarih, bir nebze de olsa, sonraki
nesillere aktarılabildi.
Türkiye’deki aydınlar tarafından zamanında fark edilen ve eserleri Türk kamuoyunun ilgisine sunulan bir diğer Türkistanlı yazar Cengiz Aytmatov, Kırgız köylerinde o
günkü şartların güçlüğünü, umutların, hayallerin daha da kötüsü canların nasıl harman olup savrulduğunu hikâyelerine konu ederek, savaş dışındaki çocukların, yaşlı,
çaresiz kişilerin yaşam savaşını günümüze aktardı.
Rusların ve Almanların Türk Soykırımı
Tüm bu acılara sebep olan İkinci Dünya Savaşı, Alman-Sovyet cephesinde, Türk’ün Türk’e kırdırıldığı hileli bir savaştı. Sözde, Almanlarla Ruslar savaşıyordu ama
cepheye sürülenler Türklerdi. Türkistan bozkırlarından, Tanrı Dağlarının komşusu köylerden, Maveraünnehir’den, Kafkasya’dan, Türk’ün olduğu her yerden, ana
ocağından, yar kucağından koparılan civan yiğitler, işte düşmanınız(!) denilerek, gözü kandan gayri bir şey görmeyen, vahşi faşizmin askerleri Almanların önüne
sürüldüler.
Ölenler vardı, yaralananlar vardı, esir olanlar vardı. Almanlar, esirlerine yeni ufuklar gösterdiler. Türkistan Taburları oluşturuldu. Rus elinde esir kalan soydaşlarını
kurtaracakları söylendi, gerçek sandılar. Bu kez Almanların saflarında Kızıl Ordunun üzerine gönderildiler.
Savaşın iki tarafında da Türkler vardı. Kazak, Türkmen’e, Kırgız, Tatar’a, Kalmuk, Özbek’e karşı savaştırıldı. Ne acıdır ki savaşanlar bunu ancak savaşın bitiminde
farkedebildi.
Sovyetler Birliği’nin propagandacıları bu kirli savaşa Türkmenistan’da Büyük Vatancılık Vuruşu adını taktı. Gidenler, iş işten geçtikten sonra bunun böyle olmadığını
anlamışlardı. Anlamışlardı ama yıllar süren bu maceradan dönenlerin, gerçekleri söyleyecek takati kalmamıştı.
Bir oyuna kurban gitmişlerdi.
Cephenin soğuğunda, çamurunda, kardaşlarının, yoldaşlarının soğuk bedenlerini bırakıp gelmişlerdi. Her şeye rağmen dönebilmişlerdi.
Sustular…
Yitirdiklerinin hatırasına hürmeten sustular. Sürekli yinelenen yalanları doğruymuş gibi kabul ettiler.
Öte yanda umutla bekleyenler vardı. Yârim diyenler, oğlum, babam, diyenler vardı. Dönemeyenlerin ardından ağlayanlar vardı. Küçük çocuklar, çaresiz kadınlar ve
takatsiz ihtiyarlar, söylenenleri duymadan peki, dediler. Cepheye gitmeden cepheyi yaşayanlar, geriye gelemeyenlerin anısına bu yalanları doğruymuş gibi sineye çektiler.
Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan herkes, bu savaşın kendi savaşları olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. O günlerde bunun aksini söylemek vatana ihanet
sayılıyordu. Vatana ihanet edenleri ise vatanın müstesna(!) köşeleri bekliyordu.
Yalanlar imparatorluğuna doğruyu haykıranlar, ya kuzeyin keskin soğuğundaki Sibirya’da, ya da Türkistan çöllerinin kavuran sıcağındaki çalışma kamplarında buluyordu
kendilerini. Buralara gidenler ise, genellikle son kez gitmiş oluyorlardı…
Bir Çay İçiminde Türkmenistan s.17
Okur Görüşlerine Açık Sayfa